Quantcast
Channel: Eğitim – BilgilerSitesi.Com
Viewing all articles
Browse latest Browse all 383

Gezi Yazısı Örneği Kısaca Çanakkale İstanbul

$
0
0

gezi-yazisinin-ozellikleri-maddeler-halinde.jpg (327×317)

Türkçe derslerinde öğretmenler her yıl en az bir kere olmak üzere gezi yazısına örnek olabilecek bir makale hazırlama ödevi verirler. Böyle bir ödeviniz varsa ve yapmakta zorlanıyorsanız, bu sayfada sizlere vereceğimiz çeşitli gezi yazısı örnekleri size ilham verecek ve doğru yolu gösterecektir.

Kısa Gezi Yazısı Örnekleri, Gezi Yazısı Çeşitleri Nelerdir?

KAYAKÖY

Kayaköy bir zamanların Rum köyü. Ne yazık ki günümüzde tamamen terk edilmiş hatta harabeye dönmüş ölü bir köy olmuş.

Kaya Köyü’nün günümüzdeki popülaritesi, antik dönem kalıntılarından öte, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra mübadele sonucu terk edilen bir Rum köyü olmasından kaynaklanıyor. Burada yüzyıllar boyu Rumlar ve Türkler birlikte yaşamışlardır. Türkler tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sürdürürken, Rumlar ise zanaat ve ticaretle uğraşarak yamaçlarda kurulu evlerde yaşamlarını sürdürmüşler.

Gezerken evlerin kapı ve pencerelerinin söküldüğünü, tavanların çöktüğünü görüyor ve duruma biraz üzülerek bazı Rum evleri, şapeller ve kiliseyi de gezdikten sonra yolumuza devam ediyoruz.

Rotamız artık Dalyan…

SAKLIKENT KANYONU

Saklıkent tam bir doğa harikası. Yaz aylarında yerli ve yabancı turistlerin uğrak yerlerinden bir tanesi. Akdağ’ın eteklerinde kayalar arasında yer alan Saklıkent’in suyu, yaz aylarının sıcak dönemlerinde bile ayaklarınızı donduracak soğuklukta. Biz de araçtan iner inmez, suya kim girer, kim girmez bahislerini açmıştık zaten. Saklıkent kanyonu yüzyıllar boyu akan kar sularının açtığı ve yaklaşık 100 metre yüksekliğinde, 18 km uzunluğunda bir kanyondur. Adrenalin sevenler bu kanyonda zorlu bir tırmanış ve yürüyüş ile ilerleyebilirler. Ama strese girmeden kanyonun tadını çıkarmak istiyorsanız, hemen girişte, yaklaşık 150 metre uzunluğunda ve kayalara monte edilmiş köprülerden yürüyerek köprünün sonunda buz gibi sular ile kucaklaşabilirsiniz.

Biz giriş yaptığımızda havanın da biraz kapalı olmasından dolayı kanyon oldukça serindi, dolayısıyla suya kim girer, kim girmez iddiaları oldukça kızışmıştı. Fatih Bey’in hatırlatmalarını, kanyonun büyülü atmosferi sayesinde unutmuş ve terliklerimizle suya atmıştık kendimizi. Böylelikle Aylin ve Sevim iddiayı kaybettikleri için çayları ısmarlamak, biz de akıntıya kendini kaptırmış giden Alper’in terliğinin arkasından koşmak zorunda kalmıştık… o andan itibaren artık Alper bir çolaktı icon smile Kısa Gezi Yazısı Örnekleri, Gezi Yazısı Çeşitleri Nelerdir?

Saklıkent’ten ayrılmak çok zor oldu bizim için, ama rotamız başka bir cennet, “Kelebekler Vadisi” idi artık…

Gezi Yazısı Çeşitleri

Gezi yazılarını, yolculuk yapılan yer bakımından ikiye ayırmak mümkündür: yurtiçi gezi yazıları ve yurt dışı gezi yazıları.

Yurtiçi gezi yazıları, bir yazarın herhangi bir amaçla kendi ülkesinde yaptığı bir yolculuk sırasında gezip gördüğü yerleri ve edindiği izlenimleri anlattığı yazılardır. Bu tür gezi yazılarına, Reşat Nuri Güntekinin Anadolu Notlarını gösterebiliriz.

Yurtdışı gezi yazıları ise bir yazarın kendi ülkesi dışında yaptığı gezi ve incelemelerinin bir ürünüdür. Bu tür Gezi yazısına da Falih Rıfkı Atay’ın Deniz Aşırı adlı eseri örnek olarak gösterebiliriz.

Gezi yazılarını, gezi türünde eser veren kimselerin durumları bakımından da ikiye ayırabiliriz: uğraşları yazarlık olan kimselerin kalemlerinden çıkan gezi yazıları, uğraşları yazarlık olmayan kimselerin ortaya koyduğu gezi yazıları.

Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş kimselerin eserlerinde gezilen görülen yerler, değinilen konular, insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok özelliğini yansıtan renkli bir dille anlatılır.

İkinci kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fakat yurt içinde veya dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların veya geçici görevlerle yabancı bir ülkede oturanların kaleme aldıkları yazılardır. Bu gibi kimselerin eserlerinde anlatım kuru ve renksiz olabilir. Ancak bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, sağlam bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlayabiliriz. Örneğin ünlü Türk denizcisi Piri Reis’in Bahriye adlı kitabı bu bakımdan ilginçtir. Bu kitap Akdeniz’i çevreleyen karalar, ormanlar, dağlar, kentler üzerinde verdiği bilgilerle hem bir deniz atlası, hem de bir gezi kitabı niteliği taşır.

Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından da üçe ayırmak mümkündür: günü gününe alınmış notlara dayalı gezi yazıları, mektup biçiminde yazılan gezi yazıları ve bir ülkeyi daha nesnel ve derinlemesine tanıtmayı amaçlayan gezi yazıları.

Kimi yazarlar, gezip gördükleri yerleri günü gününe veya aralıklı olarak tuttukları notlarla anlatırlar. Bu gibi gezi yazıları çoğu kez anı türünün de özelliklerini taşır. Bu çeşit gezi yazılarına Burhan Arpad’ın Gezi Günlüğü adlı eseri örnek olabilir.

Kimi yazarlar da gezi izlenimlerini belli aralıklarla arkadaşlarına yazdıkları mektuplarda anlatırlar. Bu gibi gezi yazılarında mektup türünün hemen hemen her özelliğini görebiliriz. Bu çeşit gezi yazılarına Celaleddin Ezine’nin Amerika Mektupları örnek olarak gösterebiliriz.

Üçüncü tür gezi yazıları, yazarın kişisel gözlemleri yanında daha başka bilgi ve belgelere dayalı tasvir ve yorumları içerir. Örneğin Falih Rıfkı Atay’ın gezi kitapları genellikle bu biçimde yazılmış eserlerdir.

AYASOFYA GEZİSİ

Sultanahmet’e ilk kez giden birinin dikkatini hemen minareler çeker öyle ki bu yedi tepeli kentin bu semti dünyanın tek altı minareli camisi olan Sultanahmet Camisi’ni ve minareleri birbirinden farklı olan Ayasofya camisini(ibadethanesini) barındırır.

Alçakgönüllü beyaz rengi ile mahallenin uslu çocuğu Sultanahmet’e karşın tüm kibirliliği ile Ayasofya karşınızda durur ve kulağınıza efsanelerini fısıldar…

Öğle saatlerindeki uzun kuyruklar akşamüstüne doğru azalmaya başladı Ayasofya kapısında. Pagan inançları ile Hıristiyanlığı birleştiren Büyük Konstantin’in zamanında ilk Ayasofya inşa edilmiş fakat daha sonra bazı yangınlarda ve isyanlarda bu mabet yıkılmış. 532 yılında Roma imparatoru Jüstinyen’in “Âdem’den beri görülmemiş bir ibadethane yapacağım” sözü ile bugünkü Ayasofya’nın temelleri atılmış ve 537 yılında kilise olarak merasimlerle açılmış…

Bu bilgileri kapıdaki tabeladan okuduktan sonra heyecanla beklediğimiz ana kapıdan içeriye girdik. Bu girdiğimiz yer kilisenin dış kapısıymış ve zamanında vaftiz olmayanların bu kapıdan içeriye girmelerine izin verilmiyormuş. İçimden Fatih’e teşekkür ederek Orta kısma açılan kapıdan girdim ve bana söylendiği gibi hemen yukarı baktım. 55,60 metre yüksekliğindeki kubbe havadan bize bakıyordu. Sonradan öğrendiğime göre Ayasofya’nın kubbesi defalarca çökmüş ve çökmemesi için harcına değerli madenler konulmuş. Ve Ayasofya’nın o parlak görüntüsünün nedeni harcında bulunan o değerli madenlermiş.

Girdiğim kapının üstünde duran mozaik panoda İmparator Hz İsa’dan şefaat istiyor şeklinde resmedilmiş ve onun yakınında duran melek ikonaları yüzlerini kapatmış olarak duruyorlardı.

İç kısmının restorasyonunun sürmesinden dolayı, ziyaretçilere yeni açılmış olduğunu öğrendiğimiz üst kata çıktık. Bu katta her tarafı Hz. Meryem, Hz İsa ve Hz. Yahya mozaikleri süslüyordu. Bu katı gezdikten sonra çıkış tarafına dizilmiş olan mermer tabutları inceledik. Eğer olur da bir gün Ayasofya’yı gezerseniz çıkış kapısına geldiğinizde başınızı yukarı kaldırın çünkü Hz. Meryem’in orada size gülümsediğini göreceksiniz…

Gezi Yazısı Nedir? Gezi Yazısı Örnekleri

Gezi Yazısı, Gezilip görülen yerlerle ilgili bilgi, gözlem, yaşantı ve izlenimlerin aktarılmasıyla oluşturulan metinlere gezi yazısı denir.
Gezi yazısı bilgilendirme amacı güdülerek oluşturulan bu nedenle de öğretici metinler içinde sınıflandırılan bir metin türüdür.
Gezi Yazısında anlatılan yerlerin;
*tarihsel kimliği
*coğrafi konumu
*iklim özellikleri
*doğal güzellikleri
*ekonomisi
*kültürel özellikleri hakkında bilgi verilir.
Gezi yazıları okuyucularda anlatılan yerle ilgili meraklarını kamçılamalıdır. Bir gezi yazısının ilgi çekici olması, yazarın gezdiği yeri, oraya özgü nitelikleri öne çıkararak anlatmasına bağlıdır. Bu durum yazarın aynı zamanda iyi bir gözlemci olmasına bağlıdır.
Bir metnin gezi yazısı özelliğini kazanmasının ilk koşulu metnin gerçekten bir geziyi konu edinmesidir. Gezi yazısı gezilen yerlerin, merkeze alındığı bu yerlerin türlü özelliklerinin anlatılmaya çalışıldığı bir metin türüdür.
Gezi yazısı öğretici yönü ağır basan ama aynı zamanda kişisel yaşamı da konu alan bir metin türüdür.
Gezi yazısında öznellik söz konusudur. Gezilen yerlerle ilgili her şeyi anlatma zorunluluğu yoktur. Çünkü gezi yazısı yazarı kişi, mekan ve olayları kendine göre değerlendirerek yaşadıklarıyla harmanlayarak metne aktarır.
Gezi yazılarında öyküleyici, açıklayıcı ve betimleyici anlatımdan yararlanılır. Yer yer de söyleşmeye bağlı anlatımdan yararlanılır.
Gezi yazılarında dil göndergesel işlevde kullanılır. Ancak bunun yanında alıcıyı harekete geçirme işlevinde de kullanılabilir. Anlatım açık, yalın, duru, akıcı ve sürükleyici olmalıdır.

Gezi Yazısı Örneği,

AYASOFYA GEZİSİ;
Sultanahmet’e ilk kez giden birinin dikkatini hemen minareler çeker öyle ki bu yedi tepeli kentin bu semti dünyanın tek altı minareli camisi olan Sultanahmet Camisi’ni ve minareleri birbirinden farklı olan Ayasofya camisini(ibadethanesini) barındırır.

Alçakgönüllü beyaz rengi ile mahallenin uslu çocuğu Sultanahmet’e karşın tüm kibirliliği ile Ayasofya karşınızda durur ve kulağınıza efsanelerini fısıldar…

Öğle saatlerindeki uzun kuyruklar akşamüstüne doğru azalmaya başladı Ayasofya kapısında.Pagan inançları ile Hıristiyanlığı birleştiren Büyük Konstantin’in zamanında ilk Ayasofya inşa edilmiş fakat daha sonra bazı yangınlarda ve isyanlarda bu mabet yıkılmış. 532 yılında Roma imparatoru Jüstinyen’in “Adem’den beri görülmemiş bir ibadethane yapacağım” sözü ile bugünkü Ayasofya’nın temelleri atılmış ve 537 yılında kilise olarak merasimlerle açılmış…

Gezi Yazısı Örnekleri

“Gezi Yazısı” Türünün Özellikleri
(Tarihi Gelişimi ve Temsilcileri)

– Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında 13. yüzyılda yayımlanmış Marko Polo’nun Uzak Doğu izlenimlerini içeren Seyahatnamesi
– 14. yüzyılda yaşamış Arap gezgin İbni Batuta’nın İslâm dünyası gezilerini konu edinen Seyahatnamesi yer alır.

– Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri arasında Farsça yazılan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Acâibü’lLetâif adlı eseriyle
– Ali Ekber Hatâî’nin 1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir.
– Seydî Ali Reis Mir’atü’lMemâlik adlı seyahatnamesinde Belücistan, Hindistan, Afganistan, Buhara, Maveraünnehir’le ilgili gözlemlerini ve yaşadığı olayları anlatmıştır.
– III. Sultan Murat döneminde Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, Acâibnamei Hindistan adlı eserinde Kabil, Hindistan, Basra, Yemen, Hicaz izlenimlerini aktarır.
– Trabzonlu Mehmet Aşık’ın Menâzıru’lAvâlim adındaki eseri de gezi edebiyatının önemli eserlerindendir.

– Türk edebiyatının en önemli seyahatname eserlerinden biri Evliya Çelebi’nin 10ciltlik seyahatnamesidir. Evliya Çelebi, 40 yıllık gezilerinden elde ettiği coğrafî, etnografik, tarihî, kültürel pek çok bilgiyi akıcı ve mübalâğalı bir üslûpla kaleme almıştır.

Türk edebiyatında “seyahatname” adıyla birçok eser yazıldığı gibi, adı “seyahatname” olmadığı hâlde bu türe özgü özellikler gösteren başka eserler de vardır. Pirî Reis’in Bahriye adlı eseri buna bir örnektir.
İlk seyahatnameler, genellikle başka ülkelerde elçi olarak gönderilen devlet memurlarının gittikleri ülkenin yaşama biçimi, kültürel özellikleri, sosyal ilişkileri, giyim kuşamları, sokakları, şehircilikleri, bürokrasileri ve başka özellikleri hakkında Türk okuyucusu için aktardıkları ilgi çekici bilgilerden oluşmaktadır.
Kimi yazarlar, gittikleri ülkelerden gönderdikleri mektuplarda bulundukları ülke ile ilgili bazı bilgiler de vermişlerdir.

Sultanların sefer sırasında konaklar arası mesafeleri gösteren menâzil kitapları, her gün yapılan işleri anlatan rûznâmeler de gezi türüne ilişkin bilgiler içermektedirler.
– Haydar Çelebi Rûznâmesi buna örnek olarak gösterilebilir.
– Keçecizade İzzet Molla sürgüne gönderildiği Keşan ve İstanbul’a dönüş izlenimlerini MihnetKeşan adlı eserinde anlatır.
– Ömer Lütfi, Ümit Burnu Seyahatnamesi’nde dört yıl din bilgisi hocası olarak kaldığı Ümit Burnu ve havalisini değişik yönleriyle tanıtır.

Türk edebiyatında modern zamanlarda da yurt içine, İslâm dünyasına, Batıya ve başka ülkelere yapılmış pek çok gezinin notları yayımlanmıştır.

ÖRNEKLER

congenial

KAPADOKYA’YA KAR YAĞMIŞ

Karın beyazlığı asfaltı aydınlatırken gökyüzünü delerek doğan ay turuncu bir mandalina şekerlemesi gibi gökte asılı kalıyor. O her halimi bilen ay ile birlikte en keyifli gece yolculuklarımdan birini yaparak sabah gün ışıdıktan bir süre sonra Nevşehir’e varıyorum. Damat İbrahim Paşa’nın şehridir, Nevşehir. Lale Devri’nin bu ünlü sadrazamın doğduğu kentten tek dileğim karla kaplı vadilerinde dolaştırdığı rüzgarın balonla uçmamıza izin vermesi. Ama önce karlı vadileri, peri bacalarını, yokuşlu yolları yürümeliyim. Kar güvercinlerle birlikte benim de üzerime yağmalı. Yol kenarında beyaz atkısını sarınmış kayısı ağaçlarını görmeli, karın ezilen sesinin rüzgarın sesine karışmasını dinlemeli, yağan karın oluşturduğu siste kaybolmalıyım.

İliklerimde karın sevinci, kara gömülerek yürüyorum. Kar farklı şekillere bürüyor ortalığı. Üzeri bembeyaz kaplanmış peri bacalarına bakıyorum. Hepsi de bir şeye benziyor. Kimi kremalı pastaya, kimi iki gözü, ağzı ve burnuyla kukuletalı bir adama benziyor. Kral Anthiocos da Nemrut’tan kalkıp gelmiş sanki…

Paşabağları bir başka güzel olmuş yine. Şapkalarına kar düşmüş kayalar diyarıdır orası. Saçlarına nazar boncukları takılmış kadınlara benzer ağaçları. Dallarında kem gözlerden sakınmak için asılmış mavi beyaz şans topları vardır. Peribacalarının dibindeki üzüm bağları kar altındadır şimdi.

Aşk vadisi ,aşk şiirleri okur dinlemesini bilenlere. Çukurda kalan vadi iyiden iyiye kara bulanmıştır. Bazı yerlerde yürürken dizlerime kadar karın içine düşüyorum ya, ağaçların da benden farkı yok, yarı bellerine kadar beyazlığın içindeler.

Kırk odalı saraylara benzeyen Uçhisar Kalesi, üzerindeki karla daha da etkileyici. Karın tül gibi örttüğü kalesinin tepesine çıkanlar güvercinlerin gözüyle görürler tüm vadiyi. Kaleye tırmanan üç kişi yukarıdan el sallıyor bana. Ben de göremediğim güneşin peşinden giden güne… Kapadokya’nın en güzel saatleridir gün batımları ve doğumları. Buna bir de kar eklendi mi bir başka büyü kaplar ortalığı. Bir yandan karın üzerinde parlayan ay, bir yandan kayaların oluşturduğu gölgeler, göz göz güvercin yuvaları ve bir de ara sıra duyulan bir güvercinin kanat çırpması. Uzatın elinizi çekin o büyü yorganını üzerinize ve bekleyin sarmalasın sizi tüm Kapadokya.

Sabah saatlerinde Göreme’nin yollarında duman gibi salınır sis. Göreme Açık Hava Müzesi’nde kar kiliselerin kapılarına birikmiştir, tıpkı Avanos yolu üzerindeki Zelve’de olduğu gibi. Arap baskılarından kaçan Hıristiyanların sığındığı Göreme, zamanla Hıristiyanlığın büyük merkezlerinden biri olmuş ve din buradan yayılmaya başlamıştır. 450 tane kilisenin olduğu tespit edilen Göreme’de, bugün 360 kilise ve şapel ortaya çıkarılmış. Şimdi hepsi karlar altında Başlarında taçları, halklarını selamlayan krallara
benzer Kızılçukur’da kayalar. Buraya ulaşmak için uçuruma kurulu kiliseleri ile ünlü Çavuşin köyünün içinden geçilir. Karın altına saklanmış Çavuşin’in sessiz sedalara bürünmesine şaşmamak gerekir.

Ortahisar’ın sokak araları dardır. Kara bata çıka yaptığım yürüyüş, karlı pencereler, üşümüş güvercinler, tüten bacaların hissettirdiği sıcak yuvalar ruhuma iyi geliyor. Evlerin arasından vadiyi görebileceğim bir aralığa çıkıyorum. Aşağıda uzayıp giden buğulu bir manzara var. Vadinin içerisinde ip gibi kıvrılan nehir donmuş, akmıyor, kıyısında kavak ağaçları; boyları güvercin yuvalarını geçmiş. Yuvaların ağzına kar birikmiş. Karın sessizliği her yerde. Anlıyorum… Karda sessizce uyur vadiler…

Karlı Kapadokya’nın en etkileyici görüntüsü nedir diye düşündüğümde, aklım, hayalim aynı cevabı verir hep; Sinasos… Bir başka yağar Sinasos’a kar, bir başka tutar yerleri. İnsanların hali de başkadır kar altında. Evlerin cephelerini süsleyen taş oyuntularında minicik yığınlar yapar kar. Tepeleri basan sis, ani bastıran karın etkisiyle aşağılara inince vadilerde göz gözü görmez olur.

Sonunda sabah uyandığımda omuzuma dokunan güneş balonla uçabileceğimizi müj****yor. Mevsim kış, dışarıda kar var bu nedenle de balon uçuşu için sabahın karanlığında uyanmamız gerekmiyor. Oysa yazın hava ısınmadan balon uçuşunu tamamlayıp inmemiz gerektiği için sabah 5’lerde uyanıyor ve hazırlıklara başlıyoruz. Uçuş için uygun zaman ve uygun yer ayarlandıktan sonra Kapadokya Balon’un bütün ekibiyle balonları şişiriyoruz. Ben Lars’la bir balonda, Kaili ve ekipten birkaç kişi diğer balonda karın kristalleri arasında yükseliyoruz.

Kuş bakışı evler, kıvrım kıvrım yollar, ağaçlar olağanüstü ince bir işçilik ürünü sanki. Kar bütün fazlalıkları örtmüş, yalnızca güzellikleri bırakmıştır ortada. Dantel gibi işlemiştir Ürgüp’ü, Göreme’yi, Avanos’u, Zelve’yi… Güneşin önünü incecik bulutlar kaplıyor aniden. Girintili çıkıntılı vadilere, ağaçlara, karlara uzanan güneşin kolları gittikçe zayıflıyor. İnce ince yağan kar bir perde gibi iniyor güvercin yuvalarının, ağaçların, evlerin üstlerine.

İster yaz, ister kış, Kapadokya bölgesinin tüm güzelliklerini güvercinlerin gözüyle görmek için yavaşça gökyüzüne yükselen balonun içinde olmanız yeterli.

Şanşınız varsa çevrenizde sizinle uçan bir kaç balon daha vardır ve kaya tepelerinin ardından çıkıverir bir başka balon, oyun oynarcasına. Güvercinler uçan balonları görünce, zavallı bir baloncunun sıkı sıkıya tuttuğu balonların iplerini elinden kaçırdığını düşünürler mi bilmem ama, siz bir gün mutlaka, gökyüzünde süzülen o balonlardan birinde olun ve güvercinlerin gözüyle görün Kapadokya’yı, ister yaz güneşinde, ister kar yağışında.

elnur

Kelebekler Vadisi, **üdeniz, Dalyan
Timuçin Han

İş temposu yüksek ve stresli bir haftayı daha geride bırakmış, hafta sonu kendimi doğaya atmak arzusu ile plan yapmaya başlamıştım. Yorgunluktan dolayı araba kullanmak çok cazip gelmediği için bir tura katılmayı düşünüyor ve **üdeniz’i içimden geçiriyordum. Hal böyle olunca FMA Travel’ı arayıp, **üdeniz’e giderken aman bizi de unutmayın dedim :)

Hareket vakti geldi çattı… Günü daha iyi değerlendirmek amacıyla seyahatimize Cuma gecesi 24:00’te hareket ederek başladık. Turumuzda bize FMA Travel’ın sahibi sanat tarihçisi ve ülkesel rehber Fatih Aygüneş rehberlik etti. O da yoğun temposunun stresini **üdeniz sularına bırakmak isteyenlerdendi. Turumuzun olmazsa olmaz bir diğer şahsı ise, araç kaptanımız Ercan Bey’di.

Sanat tarihçisi bir rehber, güvenli ve konforlu bir araç ve direksiyonda Ercan Bey… Her şey hazır artık, haydi hayırlı yolculuklar…

Gece yolculuğumuz başlamış ve herkesi, sabah başlayacak, yorucu ama bir o kadarda keyifli geçecek bir turun heyecanı sarmaya başlamıştı. Fatih Bey’in tur hakkındaki bilgilendirmelerinden sonra mikrofon elden ele gezdi ve herkes kendini tanıttı. Bir süre sohbet edildikten sonra bazılarımız uyuyarak sabaha daha dinç kalmayı, bazılarımız da sohbete devam edip grupla kaynaşmaya başlamak için sabahı beklememeye karar vermişti. Bende sabahı beklemeyenlerdendim. Grubumuzun profili geniş bir aileyi andırıyordu… Anneler, anneanneler, ikinci bahar yaşayan çiftler, üniversiteli gençler… Hepimizin ortak paydası güzel ülkemizin, güzel coğrafyasını, doğa harikalarını, tarihini ve kültürünü öğrenmek ya da yeniden hatırlamaktı. Böylesine güzel bir grupta sabaha kadar uyumayıp yolculuğu sohbet ederek tamamlayanlardım.

Sohbetler devam ederken bir yandan da birkaç arkadaş kendi içimizde güzel bir görev dağılımı yaptık :) Buna göre, ben fotoğraf çekimlerinden sorumluydum, Alper’in bankacı olmasını fırsat bilip tüm hesap işlerini ona bıraktık, özellikle adisyonlar ile o ilgilenecekti :) Aylin ve Sevim’in ise öncelikli görevleri hatıra fotoğrafları için poz vermekti :) Ayrıca yiyecek ve içecek tercihlerimizde gurmelik görevini de üstlenmişlerdi…

Yol çok sakindi bizler uyumayıp sohbete devam ederken Kaptanımız Ercan Bey’in de sıkılmadan yol alması için sohbetsiz kalmaması gerekiyordu, Fatih Bey ile birlikte bir nöbet planı yaptık, onun 01:00 – 03:00, benim de 03:00-06:00 nöbetimiz vardı. Ama, ava giderken avlandık :) Çünkü Ercan abi hem yola, hem yolculara, hem de sohbete hakimdi ve konuşmaya hiç ara vermedi :) olan yine bize oldu, nöbette uyku kaçamağı yapamadık yani…

Birkaç keyifli çay molasının ardından Fethiye’ye 45 km kala Tlos antik kentine geldik. Öncelikle kahvaltımızı yapıp kendimize gelmemiz için Tlos’u kahvaltı sonrası dönüşe bırakarak 650 m yükseklikteki Yakapark Restauranta doğru yeşil bir tırmanışa başladık, temiz havanın ciğerlerimize dolmaya başlamasıyla uyuyanlar da yavaş yavaş uyanıyordu. 2 km sonra yemyeşil bir ortam bizi kucakladı. İçinde canlı bir alabalık çiftliğinin de olduğu Yakapark Restaurant gerçekten çok iyi bir kahvaltı molası olmuştu bizim için. Bazılarımız barın içindeki kanalda yüzen balıkları severken, severken diyorum çünkü buradaki alabalıkları elinizde dokunarak sevmeniz mümkün :) bazılarımız hamakta dinlenmeye başlamış, bazılarımız da ağaç tepelerinde koşan sincapları görmeye çalışıyordu. Biz ise bu arada gözleme derdindeydik :) Buradaki keyifli bir kahvaltının ardından tekrar Tlos antik kentine döndük.

TLOS ANTİK KENTİ

Burası Likya Federe Birliğinin altı büyük kentinden biri ve ayrıca birliğin spor merkezi. İçinde kazı işlemi tamamlanmamış bir de stadyum bulunuyor. Ayrıca Tlos, uçan kanatlı at Pegasus ile ünlenen mitolojik kahraman Bellerophontes’in yaşadığı kent olarak da bilinir. Likya bölgesindeki en eski kent olduğu ve kuruluşunun İ.Ö. 2000’lerden önceye dayandığı arkeoloji kazıları ile tespit edilmiştir. Kent akropolünün doğal kayası üzerinde oluşturulan mezarlığı, Likya’nın en güzel ev tipi mezarlarındandır. Buradaki gezimizi bitirdikten sonra Saklıkent Kanyonuna doğru yola koyuluyoruz…

SAKLIKENT KANYONU

Saklıkent tam bir doğa harikası. Yaz aylarında yerli ve yabancı turistlerin uğrak yerlerinden bir tanesi. Akdağ’ın eteklerinde kayalar arasında yer alan Saklıkent’in suyu, yaz aylarının sıcak dönemlerinde bile ayaklarınızı donduracak soğuklukta. Biz de araçtan iner inmez, suya kim girer, kim girmez bahislerini açmıştık zaten. Saklıkent kanyonu yüzyıllar boyu akan kar sularının açtığı ve yaklaşık 100 metre yüksekliğinde, 18 km uzunluğunda bir kanyondur. Adrenalin sevenler bu kanyonda zorlu bir tırmanış ve yürüyüş ile ilerleyebilirler. Ama strese girmeden kanyonun tadını çıkarmak istiyorsanız, hemen girişte, yaklaşık 150 metre uzunluğunda ve kayalara monte edilmiş köprülerden yürüyerek köprünün sonunda buz gibi sular ile kucaklaşabilirsiniz.

Biz giriş yaptığımızda havanın da biraz kapalı olmasından dolayı kanyon oldukça serindi, dolayısıyla suya kim girer, kim girmez iddiaları oldukça kızışmıştı. Fatih Bey’in hatırlatmalarını, kanyonun büyülü atmosferi sayesinde unutmuş ve terliklerimizle suya atmıştık kendimizi. Böylelikle Aylin ve Sevim iddiayı kaybettikleri için çayları ısmarlamak, biz de akıntıya kendini kaptırmış giden Alper’in terliğinin arkasından koşmak zorunda kalmıştık… o andan itibaren artık Alper bir çolaktı :)

Saklıkent’ten ayrılmak çok zor oldu bizim için, ama rotamız başka bir cennet, “Kelebekler Vadisi” idi artık…

KELEBEKLER VADİSİ

Şoförümüz Ercan Bey aracını yıkamış bizi bekliyordu vadi girişinde, ve bu işlemi günde birkaç kez yapıyordu :) Aracımıza bindik ve **üdeniz sahiline doğru yola koyulduk. Sahilde bizi bekleyen teknemize binerek Kelebekler vadisine doğru, vur patlasın çal oynasın bir deniz yolculuğuna başladık.

Yaklaşık yarım saatlik bir deniz yolculuğu ile Belcekız Körfezinin doğu koylarından biri olan Kelebekler Vadisine ulaştık. Vadiye ulaşmak için en etkin yol deniz yolu. Ayrıca vadinin üstünde bulunan Faralya köyünden de buraya inmek mümkün ama, bunun için zorlu ve tehlikeli bir iniş söz konusu, kendine güvenenler bu yolu deneyebilirler.

Kelebekler Vadisi 250 metre uzunluğunda bir sahile sahip. Vadide derinlere doğru yürüyüş yapmak isterseniz ileride bir şelale ile karşılaşacaksınız. Bu şelalenin suyu Babadağ eteklerinden doğan Sarp Deresinden gelir. Kış aylarında yağmur suları ile birlikte derenin suyu artarak dar vadiyi geçip sahili yararak denize akar.

Vadide kamp yapmak oldukça keyifli. Vadi işletmesinde tüm ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz bir cafe mümkün. Ayrıca ister çadır kurabilir ister bungalow evlerde kalabilirsiniz. Doğal bir ortamda özgürce tatil yapabilmek için eşsiz bir yer.

Vadinin iç kesimlerinde ormanlık alanda yaşayan, başta kaplan kelebeği olmak üzere çok sayıda kelebek türü konaklamaktadır.

Kelebek Vadisi’ nin dillerde dolaşan bir de efsanesi var: Bir zamanlar Vadi’de tek başına yaşayan Despina isimli bir Rum kadını varmış. Despina 20 yaşındayken, korsan gemilerinin gizlendiği bir yer olan Vadi’de, genç bir denizciye aşık olmuş, geri geleceğini vaat ederek denize açılan genç denizci, bir daha geri dönmemiş ve Despina ömrünün sonuna kadar hep onu beklemiş. 120 yaşında ölen Despina’nın öldükten sonra cesedi bulunamamış ve Despina’nın ruhu, yaşlılara göre hala burada dolaşmaktaymış…

Biraz yüzdükten sonra karnımız epeyce açıktı… Gurmelerimiz Aylin ve Sevim’in yoğun araştırmaları ve lezzet testleri sonucunda, vadi restoranından aldığımız domates soslu makarna ile kaybettiğimiz enerjimizi geri kazandık. Vadinin derinlerindeki şelaleye kadar bir yürüyüş yaptıktan sonra, biraz dinlenip tekrar teknemize binerek vadiden ayrıldık.

Dönüş yolunda tekne ile oldukça heyecanlı anlar yaşadık, ölüdeniz kıyılarına yaklaştığımızda başlayan bir fırtına bizi oldukça heyecanlandırdı. Bizler biraz huzursuz oluyorduk fakat kaptanımız kendinden oldukça emindi :) usta manevralar ve soğukkanlılıkla sorunsuzca sahile yaklaştık ve yolcuları indirmeyi başardık.

Aracımızın şoförü Ercan Bey yine arabasını yıkamış bizi bekliyordu indiğimiz yerde :)

Artık rotamız gece konaklayacağımız Yel Holiday Resort Otel’di. Ovacıkta bulunan bu güzel otele yerleştikten sonra, açık büfe akşam yemeğimiz için restorana indik. Maalesef hiçbirimizde ne rejim ne diyet kalmamıştı…

Yemek sonrası havuz başı barda biraz sohbet ettikten sonra. Bazılarımız yatıp dinlenmeyi tercih ederken bizimde başı çektiğimiz bir grup ta Hisarcık’ta eğlenmeye devam etmeyi seçti ve kendimizi bir diskoda buluverdik :)

Ertesi sabah kahvaltımızı yaptıktan sonra 09:00’da artık rotamız Kayaköy’dü…

KAYAKÖY
Kayaköy bir zamanların Rum köyü. Ne yazık ki günümüzde tamamen terk edilmiş hatta harabeye dönmüş ölü bir köy olmuş.

Kaya Köyü’nün günümüzdeki popülaritesi, antik dönem kalıntılarından öte, Türk Kurtuluş Savaşı’ndan sonra mübadele sonucu terk edilen bir Rum köyü olmasından kaynaklanıyor. Burada yüzyıllar boyu Rumlar ve Türkler birlikte yaşamışlardır. Türkler tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sürdürürken, Rumlar ise zanaat ve ticaretle uğraşarak yamaçlarda kurulu evlerde yaşamlarını sürdürmüşler.

Gezerken evlerin kapı ve pencerelerinin söküldüğünü, tavanların çöktüğünü görüyor ve duruma biraz üzülerek bazı Rum evleri, şapeller ve kiliseyi de gezdikten sonra yolumuza devam ediyoruz.

Rotamız artık Dalyan…

DALYAN – İZTUZU PLAJI

Aracımıza binip Dalyan’a vardıktan sonra öğle yemeğimizi burada yiyor ve bizi bekleyen teknemize biniyoruz. Rotamız bu kez sazlıklarla çevrili Dalyan kanalından geçerek İztuzu plajı. Yolda Fatih Bey’in güzel doğaçlamalarıyla mitolojik efsaneler dinliyor, keyfimize keyif katıyoruz.

Yarım saatlik bir kanal yolculuğundan sonra dünyaca ünlü Caretta caretta kaplumbağalarının yumurtalarını bırakmak için geldiği İztuzu Plajına varıyoruz.

Caretta caretta neslinin neredeyse sonu getirilmiş. Dalyanlıların çabalarıyla şu an İztuzu Plajı koruma altında. Dalyan halkı öylesine sahiplenmiş ki, 80’li yılların başında yapımına başlanan, Türk – Alman ortaklı bir otel, temelleri atıldıktan sonra halkın, bölgede yaşayan yabancıların ve Doğal Hayatı Koruma Derneğinin ve çabalarıyla bu inşaatın tamamlanması engellenmiş ve yıkılmış.

İztuzu plajının bir diğer özelliği de dünyada doğallığını koruyan ikinci plaj olması. Plajın bir tarafının tatlı su, diğer tarafının da Akdeniz olması ayrı bir güzellik katıyor.

5400 metre uzunluğunda olan plajda birkaç soyuna kabinin dışında başka bir yapılaşmaya izin verilmemiş. Ayrıca Caretta caretta yumurtalarına zarar vermemesi için sahile kedi, köpek gibi evcil hayvanların da sokulmadığını öğrendik.

Plajda biraz denize girip biraz da dinlendikten sonra tekrar teknemize binerek aracımıza geri döndük. Günün yorgunluğu üstümüze çökmeye başlamıştı ve rotamız artık evimiz, İzmir’imiz di…

Geride bıraktığımız iki günün sonunda, kazandığımız güzel dostlukların yanı sıra, ülkemizin doğal güzelliklerini gezmiş olmanın verdiği mutlulukla, İzmir’de uyanmak üzere tatlı bir rüyaya daldık…

Sevgiyle ve sağlıcakla kalın…

ferihan

Kırıkkale’ye Giderken
Ankara kalesi, telsiz direkleri ve bir tünel… Yarım dakika karanlık. Ankara geride kaldı. Bu yol, bütün bozkırı geçer, Karadeniz’e dek ulaşır.
İsmet Paşa yıllardır fikir döktü, ray döşedi. şimdi ben, bu ray üstünden fikir taşıyan kültür savaşının zırhlı trenine yetişmek için kilometrelerin sekişini sayıyorum. Tren yolunda… Gezici eğitim sergisi Kırıkkale istasyonunda…

Tren yolunda dediğim zaman dudaklarımızda yabansı bir kıvrıntı seziyor gibiyim. Sezmeye de gerek yok gerçekten:
“Tren yolunda da laf mı a canım.” diyebilirsiniz.

Eğer siz, bir zamanlar Yahşıhan’a dek böyle gidip gelen eski tren bozuntusunu anımsarsınız hiç de böyle düşünmezsiniz.
Hele benim gibi Yahşıhan yolunda tuhaflıklara tanık olmuşsanız…

Size, istasyonların kimi bodurumsu, kimi kavaklar gibi birbirlerinin sırtından sırıtan uzun dallı ağaçlarından, çeşmelerinden, bayrak direklerinden, makaslarından, telgraf direklerine tünemiş güvercinlerinden, yol kenarında doygun doygun treni seyreden öküzlerden, özgür ve neşeli sıpalardan söz edeceğimize bizim orta Anadolu’ya kültür ve yeninin aşkını taşıyan trene rast gelinceye dek bugünkü güzel trenin yerindeki o eski tren ve ray bozuntusundan söz edeyim, her halde canınız sıkılmaz.

Yıl 1921, İnönü ile Sakarya savaşının araları… Ankara’dan Kayseri’ye doğru bir akın var.
Kağnı, kağnı, kağnı Yollardan, dağlardan, taşlardan gıcırtıdan geçilmiyor.

Mumyalanmış bir eşeğe benzeyen cılız, sanki tenekeden yapılma bir lokomotif, ince, uzun hörgücünü kaldırmış, bitkin develeri anımsatan vagonlar da bunların arasında Kayseri yolunu tutuyor.
Her nedense o zaman burada işleyen dekovilde, sudan geçmeyen hayvanın inadına benzer bir inat vardı. Zaman zaman tutarağı tutardı. Bakarsınız, tıpış t ıpış giderken birdenbire zınk yerinde sayar. Bir ses duyulur:

“Lokomotifin suyu tükendi. Allah’ını seven su getirsin!…”
Kovalarla, ibriklerle, testilerle bir sürü halk su aramaya çıkar, su bulunmayan bir yerde ise herkes mataralarındaki, testilerindeki, teneke ya da toprak ibriklerindeki suları lokomotife boşaltırlar. Mübarek, yürümeye başlar. Ama yürüyüş de ne yürüyüş!…
Trenin üstünde pinekleyen ihtiyarlar, kimi zaman şöyle konuşurlardı:
“Tren giderken indim, aptes bozdum, elimi yudum, trene bindim.”
“Abdest tazeledim, yine geldim, yetiştim.”
Yokuş bir yere gelindi mi bir ses yükselirdi:
“Allah’ını seven vagonları ardından itsin!”

Yüzlerce adam trenden iner, trenin durduğunu gören köylüler de gelir. Helesa yelesa ile treni yürütürlerdi. Trenin kömürü tükenip yöreden çalı çırpı topladığımızı da ben bilirim.
Bunları söylerken sadece bir anıyı anlatıyorum. Dün süngüsünü tüfeğine çaputla bağlayıp düşmana saldıran bir ulusun o günü böyle geçerdi.
Şimdi İsmet Paşa’nın döşediği raylar üstünde fikir gibi hızlı, düzenli ve rahat trenle Kırıkkale’ye yaklaşıyoruz.

Makinenin, tekniğin dokunduğu yer, çölün ortasında bile olsa yepyeni bir uygarlığı f ışkırtıveriyor. Kırıkkale işte böyle bozkırın ortasında baca, fabrika, asfalt, geometri, boyalı ev, sağlam tavan, iş gömleği giyen alın terli insan demektir. Kırıkkale bana, kopmuş bir film parçasının sarı bakkal kâğıdına yapıştırılması etkisini yaptı. Kırıkkale, başlı başına minnacık bir fabrika yuvasıdır. Sağı solu, önü arkası bozkırdır.

İstasyon kalabalık… Siyahlar giyinmiş öğretmenler, iş gömlekli işçiler, ustalar, mühendisler, bereli kadınlar, irili ufaklı çocuklar vagonların çevresinde toplanıyorlar…

[Sadri Etem (Ertem). “Kırıkkale’ye Giderken”,Türk Dili Dergisi, Gezi Özel Sayısı, 1 Mart 1973.]

nesi

Uçurumlu ve uzun bir yolculuk başlamıştı.O uçurumun altında görünrn ve kokusunu duyabildiğim o müthiş yeşillik. yeşili hiç görmemeiş dağlar yerini yemyeşil ağaçları giyinmiş uzun dağlara bıraktı.gittiğim yol o kadar kıvrımlıki kenerlerdan ormanın derinliklerini görebiliyorum.biraz sonra şehir görününyor uzaktan..boğazın en dar yerinde çanakkale.şehre girdiğimde çanak çömlek yapımının ünlü olduğu hemen anlaşılır.o toprak kokusu bunların yapımının nerden geldiğini belli etti.burayı geçtikten sonra avrupa kıyısına geçmek için feribotlara doluşmuş insanlar göründü.biz anadolu parçasındaki ageliboluya gidiyoruz.vapur hareket edince martılarda haman simit umuduyla vapura yaklaşıyorlar.denizde “çanakkale geçilmez”sözü tarihi,tarihimizi,bizi ve bizden öncekileri düşündürüyor.oradan geçerken tarih boyunca pek çok uygarlığın ve kanlı savaşların birbirini izlediği bu alan bizi kendimize getiriyor.biraz sonra savaşlarda ölen askerlerin anısına dikilmiş birçok anıt kendini gösteriyor.conk bayırı,mehmetçik anıtı,anıt bile olsa onu onu imşa eden taşlar sanki gururla duruyorlar.geliboluya yaklaştığımızda kemalyeri anıtı görülüyor.şahitlikten nare’ye oradanda deniz yolu ile kemealyeriye gitmek biraz yoruyor.deniz kenarında biraz dinlendikten sonra tekrar yola çıkıyoruz.çok büyük bir kale karşılıyor bizi.bu kez kilidübahire doğru gidiyoruz.kalenin en üst katına çıkıp Türk bayrağı altında n bakıldığında şehitlik görünüyor.şehitlik kayadereden tevfikiyeye kaar uzanıyor.kilidübahirden gelibolunun en uç noktasına abideye gidip alçı tepe parkında dinlendik.daha sonra kumkaleye 2 saatte gidip gezimizi bitirdik. (uçurumun kenarında olsan bile hayata gıcıklık olsun diye gülümse..)))
NESLİHAN…

kopyacı92

GEZİ (YAZISI) ÖRNEĞİ:

OTORA Y YOLCULUĞU NİĞDE – KAYSERİ

Niğde’ye yaklaşıyorduk.

Yanımda oturan bir Niğ**** şehrin eteğini saran ağaç kümeleri arasında pek iyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. — Faruk Nafizin hanı, dedi.

Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk Nafizin unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi.

Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğ**** arkadaş bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları’nı ve Faruk Nafiz’i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri, şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz’i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve su nev’inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana maksadını anlattığına inanıyordu.

Güzel şiirin kudreti! iyi yazılmış bir manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz’e malediyordu.

Maamafih arkamızda ayakta duran ve bizi dinleyen uzun boylu bir sakallının “yok yahu.. O han falanındır” diye öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum.

Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz’in istiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir âlet içinde, âdeta uçarak geçiyorum.

Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri’de olacağım.

Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona verilen Şeytan Arabası ismini bu otoraya saklamak lazımmış! Otoray görünüşte yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına mukabil Otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor.

Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün arkasında dört maroken koltu*ğu, cemekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri tarafında da demokratlara mahsus, yirmi otuz kişilik kanapesi var.

Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar.

Bu Otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına çevirmiş. Meselâ Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para ile günübirli*ğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar.

Şoför, daha doğrusu makinistin bana anlattığına göre Adana ve Kayseri ‘de oturan iki akraba, meselâ bir ana kız pazar sabahları bulunduk*ları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla’da birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış.

Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım bir zamana rastlamış olmak*la beraber beni atlı karıncaya binmiş bir bayram çocuğu gibi eğlendiriyor*du. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam ışıkları ile sararıp kızaran ovalara bakıyordum.

Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza, dünyayı görüş tarzımıza da tesir ediyor.

Yolculukta akşam, insanının gayri ihtiyarî garipsediği, kendini karan*lık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkibile anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hisset*memizin, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunun elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor, insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini veri*yor.

Faruk Nafiz :

“Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar”

diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak, “kendi*ni tekerleğin sesine kaptırarak” geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu acı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?

Reşat Nuri Güntekin[1]

(Anadolu Notları’ndan)

Önemli Eserler

Gezi Türünün önemli Eserleri
Evliya Celebi – Seyahat Name
Mehmet Celebi – Paris Sefaret Namesi
Ahmet Milat – Avrupa Bir Ceverlan
Canap Şaha bettin – Hac Yolunda
Ahmet Haşim – Frankfurt Seyahat Namesi
Azra Erhat – Mani Anadolu
Fatih Rıfkı Atay – Tuna Kıyıları

Gezi Yazısı Örnekleri

ÖRNEK: 1)

Beş Şehir’den…

“Erzurum, Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferi’nin açtığı gedikten yeni vatana giren cetlerimizin ilk fethettikleri büyük merkezî şehirlerden biridir.

Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadele’nin ilk temeli gene Erzurum’da atılır. Her şeye rağmen hür ve müstakil yaşamak iradesi ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk Erzurum’dan işe başlar.Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu’nun içine doğru yürür; oradan başlayarak yurdumuzu ve milletimizin tarihi hakları adına yeni baştan fethederiz.

Bu iki hadise arasında iki imparatorluk tarihi, bu tarihin acı, tatlı bir yığın tecrübesi içinde meydana gelmiş bir cemiyet ruhu, bir millet terbiyesi, bir hayat görüşü, bir zevk, bir sanat anlayışı kısacası, dünkü, bugünkü çehrelerimizle biz varız. Onun içindir ki Erzurum Kalesi’ni gezerken gözümüm önünde olan şeylerden çok başkalarını görür gibiydim. Sanki vatana çatısından bakıyordum.

Bu çok güzel bir gündü, ilk önce camileri, başı boş dolaşmıştık. Yolda karşılaştığımız tanıdıklarla durup konuşuyor, her açık dükkâna bir kere uğruyorduk. Kendimi yirmi yıl önce, Erzurum’da lisede edebiyat muallimi olduğum zamana dönmüş sandım.

Nihayet Kale’ye çıktık. Tepesi uçtuğu için Tepsi Minare denen eski Selçuk Kulesi’nden, 1916 Şubatı’nda ordusunun ricatini temin için çocuğu, kadını sipere koşan destanî şehri seyre başladık. Önümüzde henüz sararmaya yüz tutmuş ekinleriyle emsalsiz bir panorama dalgalanıyordu. Doğu, cenupdoğu tarafında çıplak dağlar biter bitmez, küçük köyleriyle, ağaçlık su başlarıyla, enginliğiyle ova başlıyordu. Daha uzakta, Anadolu’nun şiir, gurbet kaynağı olan, halkımızın duyuşundaki o keskin hüznün belki de sırrını veren dağlar vardı. Günün büyük kısmını orada geçirdik. Sonra şehrin ovaya karıştığı yerde, Belediye Bahçesi’nin biraz ötesindeki yeni bir ilk okul binasına girdik. Erzurum taşı dururken çimentonun kullanılmasını bir türlü aklım almaz. Betonun getirdiği bir yığın kolaylık meydanda. Fakat bu kolaylıklar bazen de mimarinin aleyhinde oluyor. Hele mahallî rengi bozuyor. Erzurum taşı, Ankara taşı gibi çok kullanışlı. Her girdiği yere abide asilliği veren bir mimarî malzemesidir.

İlk okul şirin, konforlu. Yirmi yıl önce gördüğüm yapıların hiçbirine benzemiyor. Bütün ovayı ayağımızın altına seren taraçasında, emsalsiz bir gurup karşısında çaylarımızı içtik.Güneş, bulutsuz, dümdüz bir gökte, olduğumuz yerden daha yassılaşmış, ovaya karışmış görünen Kop Dağı ile Balkaya’nın arasına inmeye hazırlanıyordu. Ne gökyüzü kızarmış, ne güneşin rengi değişmişti; hafif bir sarılıktan başka hiçbir batı alameti yoktu. Bütün değişiklik ovada idi.

ilkin dağların etekleri gümüş bir zırha benzeyen bir çizgiyle ovadan ayrıldı. Sonra düştüğü yerde sanki külçelenen bir aydınlık, bendi yıkılmış bir su gibi, bütün ovayı kapladı, toprağın, ekinin rengini sildi. Gözümün önünde sadece ışıktan bir göl meydana gelmişti. Bütün ova billur döşenmiş gibi parlıyordu. Dağlar, bu cilalı satıh üzerinde yüzer gibiydiler. Güneş, batacağı yere iyice yaklaşınca, ovanın şurasından burasından kalkan tozlar, bu gölün üstünde altın yelkenler gibi sallanmaya başladılar. Bu bir akşam saati değil, tek bir rengin türlü perdeleri üzerinde toplanan bir masal musikisiydi. Zaten güneş o kadar sakin, o kadar hareketsiz bir halde alçalıyordu ki dikkatimiz ister istemez gözlerimizden ziyade kulaklarımızda toplanmıştı. Hepimizde çok derin, çok esrarlı bir şeyi, eşyanın kendi diliyle yaptığı büyük bir duayı dinler gibi bir hâl vardı. Sonra bu billur aynanın üstünde, kendi parıltısından daha koyu ışık nehirleri taşmaya başladı. Nihayet güneş iki dağın arasında kaybolacağı zaman, son bir ışık, olduğumuz yere kadar uzandı. Toprak derin derin ürperdi. Ova yavaş yavaş saf gümüşten erimiş altın rengine, ondan da akşam saatlerinin esmerliğine geçti.

O gece Erzurum’dan ayrılıyorduk. Biz trene binmek için yola çıktığımız saatte 3 Temmuz 1919 şehri 30 Ağustos zaferini kutluyordu.

Ahmet Hamdi TANPINAR

 

ÖRNEK: 2)

Bir Avuç Dünya‘dan…
Rio Günlüğü

Rio Havaalanı’na iner inmez boğulacak gibi oldum. Paris’te akşam uçağa binerken ısı eksi on dereceydi, Rio’da, gündoğumunda gölgede kırk. Nem oranıysa yüzde seksen. Takside, kuzeyden güneye doğru ikiye böldüm kenti. Sivri tepeler ile okyanus arasına sıkışıp kalmış modern bir kent Rio. Tünellerden geçtik. Gökdelenler, geniş caddeler, yeşil tepelere tünemiş gecekondular. Sonra Copacabana… göz alabildiğine uzanan kumsal. Güzel kızlar, sıcakta çıplak gövdelerin dalgalanışı.

Kolay alıştım Rio’ya. Copacabana, ipanema… Eskiden Portekizlilerin yeni kıtaya ayak basmalarından önce yerlilerin oturdukları bu geniş kumsalda lüks oteller, şık apartmanlar yükseliyor şimdi. Santa Teresa Mahallesi’ni dolaştım ilk gün. Kentin merkezinden tramvaya biniliyor. Neredeyse yüz yaşında, eski mi eski, sarı bir tramvaya. Bir su kemerinin üzerinden geçip tırmanmaya başlıyoruz. Bahçe içinde iki katlı evler, mozaikle kaplı duvarlar. Ve ağaçlar, kocaman yapraklı bitkiler. Burada meyveleri keşfettim. Guava, mango, kaju, karpuz büyüklüğünde hindistancevizleri. İki Rio var. Yoksulluk ile görkemi bir arada barındıran bir kentteyim. İki Rio var. Birincisi İpanema’da bosanova dinliyor, ikincisi “favela” adı verilen gecekonduların pencerelerinden aşağıda lüks içinde yüzen kente bakıyor. “Favela” korku ve endişe uyandıran bir sözcük burada, ama kesinlikle acıma duygusu uyandırmıyor.

Gece herkes uyurken biraz daha yukarıya tırmanıyor gecekondular. Bir zenci çocuk sokak kapısını açınca içeriye bulut giriyor. Derme çatma evler rengârenk. Muz ağaçları arasından kente bakıyorlar. Ama kent onların farkında değilmiş gibi akıp gidiyor caddeler boyunca.

“Şeker ekmeği’Yıin anlamını bilmiyordum, burada öğrendim. Kervanların yiyecek stokunda önemli bir yeri varmış “şeker ekmeği’nin. Uzun, yuvarlak bir nesne. Rio’nun simgesi. Yüksek ve çıplak bir tepenin adı. Teleferikle çıktım. Kent aşağıda, dağla okyanus arasındaki düzlükte, kayalıkların arasında bir yer bulmaya çalışıyordu kendine. Kayaları delip tüneller açıyor, sırtını dağa verip ilerliyordu.

Doğanın elinden çıkmış bunca ayrıntılı bir danteli ilk kez görüyorum. Uçaklar altımızdan hızla dönüp adaların üzerinden yükseliyorlar, göğün mavisinde yitip gidiyorlar, irili ufaklı körfezler, denize inen orman ve kayalar. Kent aşağıda uğulduyor. Rio da, Konstantin gibi uçurumların, derin boşlukların kenti. Dikey bir kent.

16 Şubat 1985, Rio

Nedim GÜRSEL


Viewing all articles
Browse latest Browse all 383