Yaratılan insanların en hayırlısı ve en yücesi olan Peygamber Efendimiz’in barışa verdiği önemi ne kadar biliyoruz?
Hz. Muhammed’in barış hakkındaki görüşleri ve barışın önemi ile ilgili düşünceleri ve hadislerinden kısaca özet olarak biraz söz etmek gerekirse;
Allah, tarih boyunca insanlara peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanlara Allah’ı tanıtmak, doğru yolu göstermek, bilgi vermek, ahireti hatırlatmak, ibadetleri öğretmek ve toplumda insanların barış içinde yaşamasını sağlamak üzere gönderilmiştir. İlk peygamber, insanlığın atası Hz. Âdem, son peygamber Hz. Muhammed’dir.
Hz. Muhammed, insanlığa rahmetin ve barışın en güzel bir örneği olarak gönderilmiştir. Kur’an’daki;”Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Hac suresi, 107.ayet.) ve “(Resulüm!) Sen, Rabb’inin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et…”(Nahl suresi, 125. ayet.) ayetleri Peygamberimizin bir barış elçisi olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber, savaşmak ve insanlara korku vermek için gönderilmemiş, bilakis barışın ve huzurun temsilcisi olarak gönderilmiştir. Hz. Muhammed, hayatı boyunca barışa yönelik çaba içinde olmuş ve davranışlarıyla da bunu göstermiştir. Örneğin, gençliğinde haksızlık ve adaletsizliklerin önüne geçmek için Hılful Fudul (Erdemliler Birliği) adlı barış teşkilatında aktif olarak görev almıştır. İnsanların karşılaştıkları haksızlıkları ve zulümleri ortadan kaldırmayı amaç edinen bu dernek, bir çok kimsenin sıkıntısını çözmüştür.
Hz. Muhammed her zaman barışa önem vermiştir. Kabe hakemliği olayında, kabileler arasında çıkmak üzere olan kavgayı önlemiş ve getirdiği çözüm ile tarafları barıştırmıştır. İslam’ın ilk geldiği yıllarda gerek kendisine, gerek inananlara Mekkeli müşrikler eziyet ve işkence etmişti. Ama yıllar sonra Mekke fethedildiğinde Peygamberimiz, Müslümanlara zulmeden Mekkelileri affederek kendisine yakışan davranışı sergilemiştir. Böylece bir barış elçisi olduğunu göstermiş ve toplumsal barışa hizmet etmiştir.
Hz. Muhammed her zaman barışı esas almıştır. Medine’ye hicret ettikten sonra orada yaşayan kabileler arasında Medine Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Böylece o, insanlar arasında inanç, düşünce, mal ve can güvenliğini sağlamıştır. Yaşadığı toplumda çeşitli inançlara hoşgörülü ve barışçı bir yaklaşım gösteren Hz. Muhammed, diğer din ve inanç mensuplarının inanç ve ibadetlerini serbestçe yapabilmelerine imkân tanımıştır. Bununla toplumsal barışa önemli katkılar sağlanmıştır. Medine Sözleşmesi, toplumsal birlikve barışadına çok önemlidir ve günümüze ışık tutucu niteliktedir. Medine Sözleşmesi, toplumda ortak hareket etmeyi, birlikte barış içinde yaşamayı, toplumların hukuki ve sosyal statülerini kabul edici, inanç ve ibadet hürriyeti sağlayıcı gibi önemli nitelikler taşımaktadır.
Hz. Muhammed her zaman barış içinde yaşamayı esas almıştır. Bununla beraber barışı bozacak, huzur ve güveni sarsacak davranışlardan da insanları uzak tutmuştur. İslam’a davet için Taife gittiğinde, kendisine yapılan olumsuz davranışlara karşı, beddua yerine, onlara dua ederek engin bir anlayış göstermiştir. Onun bu tavrı Müslümanların bozgunculuğun yanında değil huzurun ve barışın yanında olmaları gerektiğini göstermektedir. Peygamberimizin bütün bu davranışları onun, hayatı boyunca adaletin ve barışın temsilcisi olduğunu gösteren en güzel örneklerdir.
Hz. Muhammed’in Toplumsal Barışa Yönelik Etkinlikleri
- Hz. Muhammed’in sosyal barışa yönelik faaliyet ve düzenlemelerini örneklerle açıklayacaksınız.
Mekke’li Müslümanlar, dinleri uğrunda bütün servet ve varlıklarını Mekke’de bırakmışlar, Medine’ye hicret ederek muhâcir olmuşlardı. Medineli Müslümanlar, onları kendi nefislerine bile tercih ederek, her türlü yardımı yapmışlar, onların bütün ihtiyâçlarını karşılamışlardı. Fakat muhâcirler, ensâra yük oluyoruz, kendi kazancımız yok, diye üzülüyorlardı.
Peygamberimiz muhâcirlerin bu üzüntüsünü gidermek, aradaki sevgi ve samimiyeti güçlendirmek, herhangi ayrılık belirtisini önlemek için Hicretin yedinci ayında muhâcirlerle ensârı, Mâlik oğlu Enes’in evinde topladı. Burada, bir muhâciri, bir ensârla kardeş yaparak 90 (veya 360 kişi asarında kardeşlik bağı kurdu. Ensâr, muhâcir kardeşlerini alıp evlerine götürdüler. Mallarına ortak ettiler. Peygamberimize başvurarak:
-Ya Rasûlallah, hurmalıklarımızı, muhâcir kardeşlerimizle aramızda paylaştır… dediler. Rasûlullah (s.a.s.):
-Hayır, mallarınızın mülkiyeti size âittir. Muhâcir kardeşlerinizle birlikte çalışacak, mahsûlü paylaşacaksınız… buyurdu. İki taraf da buna râzı oldu. Kardeşler birbirlerine o derece bağlandılar ki, başlangıçta, kendi akrabalarından önce birbirlerine mirâsçı bile oldular.
Ensâr’dan Rebi’ oğlu Sa’d, muhâcirlerden Avf oğlu Abdurrahman’a:
-Ben mal yönünden ensârın en zenginiyim. Rasûlullah (s.a.s.) ikimizi kardeş yaptı. Malımın yarısı senindir, dedi. Abdurrahman:
-Allah malını sana mübârek kılsın. Benim bunlara ihtiyâcım yok. Sen bana çarşıyı göster… dedi.
Abdurrahman ticârete başladı, kısa zamanda zengin oldu. Muhâcirlerin büyük kısmı ticâretle hayatlarını kazandılar.
Ensâr ve muhâcirlerden belirli kimseler arasında Hz. Peygamber tarafından yapılan kardeşlik, daha sonra “Mü’minler elbette kardeştir” (Hucurât Sûresi, 10) âyetiyle genişledi. Fakat bu kardeşliğin, mirâsla ilgili hükmü, Bedir Savaşı’ndan sonra kaldırıldı. Çünkü muhâcirler, çalışıp ticâret yaparak ilk sıkıntılı günlerinden kurtuldular. Bedir Savaşı ganimetlerinden de yararlandıktan sonra, artık ensârın yardımına ihtiyaçları kalmadı.
Müslümanlarla Yahudiler arasında Vatandaşlık
Rasûlullah (s.a.s.) Mekkeli muhâcirlerle, Medineli ensârı kardeş yaparak birbirlerine bağladıktan sonra, Medine’yi dış düşmanlara karşı müştereken savunmak üzere muhâcirler, ensâr ve Medine’deki Yahûdîler arasında yazılı bir “vatandaşlık anlaşması” yaptı. Bu anlaşmaya göre:
- Diyet ve fidyelere ait kurallar, eskiden olduğu şekilde devam edecek:
- Yahûdîler kendi dinlerinde serbest olacaklar;
- Müslümanlarla Yahûdîler, barış içinde yaşayacaklar,
- İki taraftan biri, üçünçü bir tarafla savaşırsa, diğer taraf yardımcı olacak,
- Taraflardan biri Kureyş ile dostluk kurmayacak ve onları himâyesine almayacak,
- Dışarıdan bir saldırı olursa, Medine ortak savunulacak,
- İki taraftan biri, üçüncü bir tarafla barış anlaşması yaparsa, diğer taraf bu anlaşmayı tanıyacak,
- Müslümanlarla Yahûdîler arasında çıkacak her türlü anlaşmazlıkta Hz. Peygamber (s.a.s.) hakem kabûl edilecekti.
KONUYU ANLADIK MI? |
- Muhacirlerle ensar arasında yapılan kardeşlik anlaşması hakkında bilgi veriniz.
- Muhacirlerin kısa zamanda toparlanıp ensara yük olmamalarını değerlendiriniz.
- Yahudilerle yapılan vatandaşlık anlaşmasını din ve inanç özgürlüğü açısından değerlendiriniz.
- Yapılan anlaşmaların toplumsal barışa ve huzura katkılarını açıklayınız.
Hz. Muhammed Bir Barış Elçisidir
Allah, tarih boyunca çeşitli topluluklara belli aralıklarla peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanlara kurtuluş ve doğru yolu göstermek, bilgi vermek, ahireti hatırlatmak, ibadetleri öğretmek ve toplumda insanların barış içinde yaşamasını sağlamak üzere gönderilmişlerdir. İlk peygamber, insanlığın da babası olan Hz. Âdem, son peygamber ise Hz. Muhammed’dir.
Hz. Muhammed’in Hılful Fudul teşkilatına katılış amacı nedir?
Hz. Peygamber, savaşmak ve insanlara korku vermek için gönderilmemiş, bilakis insanlara barış getiren bir elçi, güzellikleri insanlara hatırlatıcı bir müjdeleyicidir. Hz. Muhammed, barışı kendine ilke edinen bir insandı. Yaşamı boyunca hep barışa yönelik çaba ve gayretler içinde olmuş, davranışlarıyla da bunu göstermiştir. Gençliğinde haksızlık ve adaletsizliklerin önüne geçmek için Hılful Fudul (Erdemliler Birliği) adlı barış teşkilatında aktif olarak görev almıştır. Farklı inançlardaki insanların bile karşılaştıkları haksızlıkları ve zulümleri ortadan kaldırmayı amaç edinen bu dernek, birçok kimsenin sıkıntısını çözmüştür.
Hz. Muhammed’e niçin Muhammedü’l – Emin unvanı verilmiştir?
Hz. Muhammed her zaman barışı esas almıştır. Hicretten sonra Medine’de Araplar ve Yahudilerin katılımıyla, birlikte huzur içinde ortak yaşamı içeren Medine Sözleşmesi’ni imzalamıştır. Böylece o, insanlar arasında inanç, düşünce, mal ve can güvenliğini sağlamıştır. Yaşadığı toplumda çeşitli inançlara hoşgörülü ve barışçı bir yaklaşım gösteren Hz. Muhammed, diğer din ve inanç mensuplarının inanç ve ibadetlerini serbestçe yapabilmelerine olanak tanımıştır. Bununla toplumsal barışa önemli katkılar sağlanmıştır. Hz. Muhammed her zaman barışa önem vermiştir. Kâbe Hakemliği olayında, kabileler arasında çıkmak üzere olan çatışmayı barışcıl bir şekilde çözümlemiştir. İslam’ın ilk geldiği yıllarda gerek kendisine, gerek inananlara yapılan zulümleri Mekke fethedilince affederek toplumsal barışa hizmet etmiştir. Çok sevdiği amcası Hz. Hamza’yı Uhud Savaşı’nda öldüren Vahşi’yi, Bilal-i Habeşi’ye birçok eziyetlerde bulunan insanları affetmesi onun hoşgörüsü ve barışcıllığını göstermektedir. Hz. Muhammed, barışı bozacak, huzur ve güveni sarsacak davranışlardan insanları ve inananları uzak tutmuştur. Taif’e İslam’a davet için gittiğinde, kendisine yapılan olumsuz davranışlara karşı, beddua yerine, onlara dua ederek engin bir anlayış göstermiştir. Özellikle imzaladığı Medine Sözleşmesi, toplumsal birlik ve barış adına çok önemlidir ve günümüze ışık tutucu niteliktedir. Medine Sözleşmesi, toplumda ortak hareket etmeyi, birlikte barış içinde yaşamayı, toplumların hukuki ve sosyal statülerini kabul edici, inanç ve ibadet hürriyeti sağlayıcı gibi önemli nitelikler taşımaktadır. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettikten sonra aralarında uzun zamandan beri anlaşmazlık olan Evs ve Hazreç kabilelerini barıştırmıştır. Müslümanlar arasındaki bu kardeşlik, tarihi bir adımdır. Mekke’de her şeylerini bırakarak dini mücadele adına Hz. Peygamber ile birlikte Medine’ye göçenlerle (muhacir), Medine’de muhacirlere her türlü yardımı yapan Medine’nin yerlilerini (ensar) kardeş ilan etmiştir. Bütün bu örnekler, Hz. Muhammed’in bir barış elçisi olduğunu bizlere göstermektedir.
Anlatım: Sadullah Sarı/ www.dinibil.com
Hz. Peygamberin Bir Barış Pratiği: Hudeybiye
Feyzullah Cihangir
Kur’an-ı Kerim’de insan, yalnızca ontolojik yönden değerlendirilen bir varlığı ifade etmez; aynı zamanda belli amaçları olan, birtakım ahlaki mükellefiyetler yüklenen ve yeryüzünün halifesi seçilen varlığı ifade eder. İnsanın özgür irade ve akıl sahibi olarak yaratılması, onu diğer canlılardan üstün kılmıştır. İnsan bu özellikleriyle kendisini sorgulayarak diğer insanlar ile “iletişim” kurabilir. Bu özelliklerinden ötürü insan sosyal bir varlıktır ve sürekli gelişime açıktır, iletişime mecburdur. Kur’an-ı Kerim insandan öncelikle Allah’a ibadette bulunmasını istemekte ve insanın dünyaya gönderilmesinin amacının Allah’a ibadet olduğunu zikretmektedir. Bu yüzden kâinata Kur’an-ı Kerim’in önerdiği paradigma ile bakıldığı zaman Yaratıcının rızasına uygun davranışlar, insanın en erdemli vasıfları olacaktır. Zira insanın yaratılmasının amacı Yaratıcısını tanımasıdır. İlahi Kelam’da insanın Yaratıcıya uygun bir yaşam biçimi geliştirmesi önerilmekte, model olarak da Hz. Peygamber gösterilmektedir.
Bu yüzden Hz. Peygamber’in fiil ve davranışları, tepkileri, uygulamaları Müslüman için sadece beşeri bir tavır ifade etmez. Hz. Peygamberin davranışlarını örnek almak, O’na benzemeye çalışmak Allah’ı sevmenin ve Allah rızasına uygun yaşamanın en önemli şartıdır. Sünnet-i Seniyye olarak adlandırılan bu nebevi davranışlar Bediüzzaman’ın deyimiyle “itaat yolları içinde en makbul ve en müstakim ve en kısa” olanıdır. Sünnet-i Seniyyenin bu öneminden ötürü Hz. Peygamber’in siyasi, idari, hukuki ve ahlaki davranışlarından Müslüman’ın pratik sonuçlar çıkarması ve bunları yaşadığı dönemin koşullarını da düşünerek hayata geçirmesi gerekmektedir.
Bir Örnek Olay Olarak Hudeybiye
Siyer ve İslam tarihi kitaplarında “Emrü’l-Hudeybiye”, “umretü’l-Hudeybiye”, “Sulhu’l-Hudeybiye” şeklinde kaydedilen Hudeybiye Antlaşması ve bu antlaşmadan önceki ve sonraki gelişmeler de Müslümanların beşeri ilişkilerde, iletişimde ve tebliğde nasıl bir metod takip etmesi gerektiği hakkında önemli ipuçları vermektedir. Hudeybiye Antlaşması yalnızca o dönemin siyasi ve ekonomik koşullarında ortaya çıkmış bir hukuki olay olarak değerlendirilmemelidir. Zira antlaşmanın taraflarından birisi İslamiyet’i bütün yönleriyle ve en güzel şekilde yaşayan Hz. Peygamber ve Ashabı, diğer taraf ise İslamiyet’in bütün güzelliklerine sırt çevirmiş ve Müslümanlara hayat hakkı tanımayacak kadar hoşgörüsüz bir siyaseti benimseyen Kureyşlilerdir. Ayrıca Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Arap yarımadasında İslami inkişafta olağanüstü bir hızlanmanın görülmesi de Hudeybiye’nin yüzeysel bir tarih okuma ile anlaşılamayacağını göstermektedir. Hudeybiye, İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır ve birbiriyle insan olmaktan başka hiçbir ortak noktası olmayan iki farklı grubun Hz. Peygamber’in gayret ve ferasetiyle barış ortamında yaşamasını temin eden hukuki bir olaydır. Kur’an-ı Kerim’de “Ap açık bir fetih yolu” (Fetih Suresi: 1) olarak tavsif edilen Hudeybiye Antlaşması’ndan günümüz Müslüman’ına düşen hissenin ne olduğunu anlayabilmek için öncelikle Antlaşmanın hangi siyasi ve ekonomik koşullar altında imzalandığını bilmekte fayda vardır.
Hudeybiye Antlaşması Hicretin 6. yılında (628) Hz. Peygamber ve Ashabının umre yapmak amacıyla Medine’den hareket ederek Hudeybiye mevkiine gelmesi ve buna karşın Kureyşlilerin Müslümanları Mekke ve civarına almama kararı üzerine akdedilen ve zahiren Müslümanların aleyhine hükümler içeren hukuki-siyasi olaydır. Bu umre seferinin görünüşteki sebebi Hz. Peygamber’in görmüş olduğu bir rüyadır. Hz. Peygamber bu rüyasında hiçbir endişe ve korku duymadan Ashabıyla birlikte Kabe’yi tavaf ettiğini, bazı Sahabelerin başlarını kazıttığını, bazılarının da saçlarını kısalttığını görmüştür.1
Rüyasını Ashabına anlattıktan sonra umre ibadetini yerine getirme hususunda anlaşma sağlanmış ve sefer hazırlığı başlatılmıştır. Hz. Peygamber sadece umre ibadetini yerine getirmek istediği için yolculuk sırasında yalnızca korunma maksatlı silahlar taşınmasını emretmiştir. Hz. Peygamberin silahlanmaya sınırlama getirmesi Hz. Ömer ve Hz. Sad bin Ubade’nin muhalefetiyle karşılaşmıştı. Ancak Hz. Peygamber bu isteğinde ısrarlı olduğunu belirtmiş, niyetinin yalnızca umre olduğunu ifade etmiştir.2Burada Hz. Ömer ve Sad bin Ubade’nin muhalefet nedenine dikkat etmek gerekmektedir. Bu iki Sahabenin muhalefet etmesi umre seferi öncesi Kureyşliler ile Müslümanların arasındaki husumetin canlı olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Peygamber yolculuk öncesi Busr b. Süfyan’ı Kureyşlilerin durumunu öğrenmesi ve onlara Müslümanların umre etmek amacıyla harekete geçtiklerini anlatması için Mekke’ye göndermiştir.
Hz. Peygamberin Barıştan Vazgeçmemesi
Müslümanların harekete geçtiğini duyan Kureyşliler Müslümanların kesinlikle şehre sokulmaması hususunda karar almışlar ve Halid bin Velid öncülüğünde askeri birlikler oluşturmuşlardır. Ayrıca Müslümanlara gözdağı vermek ve Müslümanların Mekke’ye girişini imkansızlaştırmak maksadıyla bazı Arap kabileleri ile (Ahabiş Kabilesi bunlardan birisidir) ilişkilerini güçlendirerek onları da yanlarına çekmişlerdir.3 Hz. Peygamber’in elçisi Büsr b. Süfyan’ın Kureyşlilerin hazırlıklarını Peygamberimize anlatmasından sonra bir durum değerlendirilmesi yapılmıştır. Hz. Peygamber Kureyşliler’in diğer Arap kabileleri ile ittifak etmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiş, savaşmak gibi bir niyeti olmadığını ama mecbur bırakılırsa savaşmaktan kesinlikle çekinmeyeceğini ifade etmiştir.4 Hz. Peygamber’in tek gayesi umre ibadetini yerine getirmek olduğu için olası bir çatışmanın çıkmasını arzu etmiyordu. Kureyşliler ile meseleyi diplomatik yollardan çözmeyi umut ediyordu. Ancak Kureyşliler’in diğer Arap kabilelerini Müslümanlar aleyhine kışkırtmasından büyük rahatsızlık duyuyordu. Hz. Peygamber yolculuk sırasında Halid b. Velid öncülüğündeki Kureyş askeri birlikleri ile çıkabilecek muhtemel bir çatışmayı engelleme maksadıyla yol güzergahında değişiklikte bulunmuştu. Hz. Peygamber ve Sahabeleri yapılan müzakereler sonucunda umre ibadetini yerine getirmeye kesin kararlı olduklarını ifade etmişler, öncelikle barış taraftarı olduklarını, ancak Kureyşliler’in kendilerini zorlaması halinde savaşmaktan çekinmeyecekleri konusunda karar almışlar ve Mekke’ye doğru yolculuklarına devam etmişlerdir. Müslümanlar, Mekke ve Medine şehirleri arasında yer alan Hudeybiye adlı bir kasabada konaklamışlardı. Hz. Peygamber konaklama sırasında çevredeki Arap kabileleri ile görüşmeler yapmış, savaş gibi bir niyetinin olmadığını, amacının yalnızca umre ibadetini yerine getirmek olduğunu bu kabilelere de anlatmıştı. Bu kabilelerden birisi Huzaa kabilesi idi. Hz. Peygamber bu kabile vasıtasıyla Kureyşliler ile diyalog kurmak istiyordu. Hz. Peygamberin Kureyşliler ile anlaşma zemini ararken aracı olarak Huzaa kabilesini seçmesi Kureyşlilerin ısrarlı bir şekilde uzlaşmaya yanaşmamalarından kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber bu maksatla Huzaa kabilesi reisi Budeyl ibn Verka ile yaptığı görüşmede Kureyşlilerin siyasi ve ekonomik yönden güçsüz durumda olduklarını, savaşın Kureyşlilere büyük zarar vereceğini, Kureyşlilerin kabul etmesi halinde bir barış antlaşması imzalayabileceğini ifade etmişti. Bütün iyi niyetlerine rağmen Kureyşliler savaş isterlerse bundan kesinlikle çekinmeyeceklerini de açık ve seçik olarak anlatmıştır.5 Bu dönemde Mekkeliler siyasi ve ekonomik yönden büyük sıkıntı içerisindeydi. Hz. Peygamber yapmış olduğu araştırmalar sonucunda Kureyşlilerin ekonomik ve askeri yönden güçsüz olduklarını gözlemlemiş ve Kureyşlilerin savaşa cesaret edecek güçleri olmadığını anladığı için barışta ısrar etmiştir. Mekkeliler bu dönemde güneyde Müslümanların hakimiyetinden ötürü rahatsızdı. Bölgenin tek geçim kaynağı olan kervan ticareti Müslümanlar tarafından kontrol altına alınmıştı. Hz. Peygamberin müttefiki olan Beni Huzaa Mekkelilerin Yemen’e doğru açılmasına fırsat tanımıyordu. Kuzey bölgesinde yağmacı Gatafan ve Fezare kabileleri Mekkelileri rahatsız ediyordu. Bu durum Mekkelilerin ekonomik ve askeri gücünü zayıflatan olgulardı. Hz. Peygamber Kureyşlilerin ekonomik ve askeri güçsüzlüğünü bilmesine rağmen Kureyşlilerin üzerine yürümemiş, barış siyasetini tercih etmiştir. Huzaa reisi Hz. Peygamber ile yaptığı görüşmeden sonra Müslümanların amaç ve isteklerini Kureyşlilere iletmiştir. Ancak Kureyşliler hiçbir şart altında Müslümanların Mekke’ye sokulmayacağı konusunda ısrarcı bir tutum sergiliyorlardı. Kureyşliler’in bu tutumuna Urve b. Mesud karşı çıkmış, Hz. Muhammed’in teklifinin değerlendirilmesi gerektiğini önermişti. Görüşme için kendisinin elçi olabileceğini ifade ettiyse de Kureyşliler bu duruma karşı çıkmış, ancak şahsi bir görüşme için Hz. Muhammed ile müzakere yapabileceğini, bu görüşmelerin kendilerini bağlamayacağını ifade etmişlerdir. Urve b. Mesud Hz. Peygamber ile görüşmelerde bulunmuş ve Hz. Peygamber’in istek ve önerilerini Kureyşlilere iletmiştir. Ancak Kureyşliler yine uzlaşmaya yanaşmamışlardır.
Sahabenin Muhalefetine Rağmen Hz. Peygamberin Barış İstemesi
Kureyşlilerin uzlaşmaz tutumunu devam ettirmesine rağmen Hz. Peygamber diplomatik yollar ile çözüme ulaşma niyetinden hiç vazgeçmemiştir. Hıraş bin Ümeyye isimli Sahabesini Kureyşliler ile görüşmesi için elçi olarak göndermiştir. Ancak Kureyşliler bu elçiye kötü muamelede bulunmuşlar hatta suikast teşebbüsünde bile bulunmuşlardır. Elçisine bu şekilde muamele edilmesine rağmen soğukkanlılığını yitirmeyen Hz. Peygamber, Kureyşlilerin yeni tekliflerini bekliyordu. Hz. Peygamberin ısrarlı tutumu karşısında Kureyşliler siyasetlerinde bir değişiklik yaparak bir elçi göndermeyi kararlaştırmışlardır. Ahabiş Kabilesi reisi Huleys b. Alkame’yi elçi tayin etmişlerdir. Alkame Müslümanların konakladığı Hudeybiye mevkiinde gözlemde bulunmuş, Müslümanların silah durumunu inceledikten sonra niyetlerinin yalnızca umre olduğunu anlamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber ile görüşme bile yapmadan Kureyşlilerin yanına dönmüş ve onları fikirlerinden vazgeçirmeye çalışmıştır. Müslümanların Mekke’ye girmesine engel olunması halinde Kureyşlilere vermeyi taahhüt ettiği askeri ve ekonomik desteği çekeceğini de belirtmiştir. Buna rağmen Kureyşliler uzlaşma için somut adım atmaktan kaçınmışlardır.
Kureyş ile olan sorunu barışçıl yollardan çözmeyi umut eden Hz. Peygamber, bu sefer elçi olarak Hz. Osman’ı tayin etmiştir. Hz. Osman yaptığı görüşmelerde Hz. Peygamberin tekliflerini iletmiş, öncelikle barış yanlısı olduklarını ifade etmiştir. Kureyşliler Hz. Osman’a isterse kendisinin tavafta bulunabileceğini, ancak Hz. Peygamber’in Kabe’ye girmesine kesinlikle izin vermeyeceklerini belirtmişlerdir. Hz. Osman Hz. Muhammed tavaf etmedikçe kendisinin de tavaf etmeyeceğini ifade edince Kureyşliler Hz. Osman’ı göz hapsine almışlardır. Bu durum Müslümanlara Hz. Osman’ın öldüğü şeklinde ulaşmıştır. Hz. Osman’ın ölüm haberini alınınca Hz. Peygamber Ashabından Kureyşliler ile savaşma hususunda biat almıştır. Bu biata siyer ve tarih kitaplarında “Rıdvan Biatı” denilmektedir. Hz. Peygamberin Ashabından savaşma hususunda biat aldığını duyan Kureyşliler siyasetlerinde köklü bir değişiklik yaparak barış görüşmesi yapması amacıyla Süheyl b. Amr önderliğinde bir heyeti Müslümanlara göndermişlerdir. Yapılan görüşmeler sonucunda maddeler üzerinde uzlaşma sağlanmış ve sıra antlaşmanın yazılı hale getirilmesine gelmişti.
Antlaşmanın yazılı hale getirilmesi aşamasında Hz. Peygamber’in barış siyasetinde ne kadar samimi olduğunu gösteren ilginç bir gelişme yaşanmıştır. Hz. Peygamberin antlaşma metninin başına “Besmele-i Şerife”nin yazılmasını istemesi karşısında Süheyl b. Amr buna karşı çıkmıştır. Besmele-i Şerife’nin İslami bir kelime olmasından dolayı tepki gösteren Kureyş elçisi, antlaşmanın taraflarının yazıldığı kısma Müslümanları temsilen “Muhammed Resulullah” yazılmasına da karşı çıkmıştır. Kureyşliler bunun gerekçesini Hz. Muhammed’in risaletini kabul etmediklerini, böyle bir şeyi kabul etselerdi zaten Kabe’ye girmelerine izin verecekleri şeklinde göstermişlerdir. Bu tepki üzerine Hz. Peygamber, risaletinin Kureyşliler tarafından inkar edilmesinin “hakikat”i değiştirmeyeceğini ifade etmiştir. Hz. Ali, Hz. Ömer ve diğer Sahabelerin isteksiz tutumuna rağmen “Muhammed Resulullah” lafzını değiştirerek, sadece dünyevi bir sıfat olan “ibn-i Abdullah” terkibini yazdırmıştır. Hz. Peygamber bu uygulamasıyla Kureyş ile olan uzlaşmazlığı kaldırmış ve aralarında ortak olan unsurları ön plana çıkararak barış antlaşmasının imzalanmasını sağlamıştır. Hudeybiye Antlaşması şu maddelerden müteşekkildir:
1- Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden Hudeybiye’den geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelecek ve şehirde ancak üç gün kalacaklardır.
2- Mekkeli bir kimse Hz. Muhammed’in yanına kaçarsa velisinin isteği üzerine geri verilecek, fakat bir Müslüman kaçarak Mekke’ye sığınırsa iade edilmeyecektir.
3- Barış 10 yıl sürecek; taraflardan biri bu antlaşmaya dahil olmayan herhangi bir kabile ile savaşa girerse diğeri pasif kalacaktır. İki taraf, kendi hakimiyetleri altındaki toprakları kervanların geçişi, hac ve umre için emniyet altında tutacaktır.
4- Diğer Arap kabileleri taraflardan istedikleriyle ittifak yapabileceklerdir.6
Antlaşmaya Tepkiler
Hudeybiye Antlaşması görünüşte Müslümanların aleyhine hükümler içerdiği için Müslümanların diplomatik alanda yenildiği düşüncesinin doğmasına neden olmuştu. Sahabeler Medine’den hareket etmeden önce Kabe’yi tavaf ederek geri döneceklerini ümit ediyorlardı. Ancak yaşanan siyasi gelişmeler Hudeybiye Antlaşmasının akdini netice vermişti. Bu antlaşmanın bir hükmü de Müslümanların o yıl tavaf etmesine izin vermiyordu. Antlaşma hükümlerinden birisi olan “esir ve mültecilerin iadesi” hükmü de Sahabelerin bir bölümünün tepkisini çekmişti. Bu sırada Sahabelerin muhalefetinin artmasını netice verecek bir olay gerçekleşmişti. Kureyş elçisi Suhey b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel İslamiyet’i tercih etmişti. Mekke’de ikamet ediyordu ve Müslüman olduğu için Mekkeliler ona işkence ediyordu. Mekkelilerin elinden kurtulan Ebu Cendel Hudeybiye mevkiine gelerek Müslümanlara sığınmıştı. Bu durumu gören Süheyl b. Amr Ebu Cendel’in antlaşma gereği iadesini istemişti. Ancak bu sırada antlaşma henüz imzalanmamış olduğu için Hz. Peygamber bundan sonraki iltica olaylarında antlaşmanın uygulanması gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Süheyl b. Amr’ın bu iade gerçekleşmediği sürece antlaşmayı imzalamayacağını söylemesi üzerine Hz. Peygamber Ebu Cendel’i iade etmek zorunda kalmıştı. Hz. Ömer bu konuda Hz. Peygamber ile görüşmelerde bulunmuş ve antlaşma hükümlerinin inananların aleyhine olduğunu ve bu iade olayının inananları küçük düşüren bir olay olduğunu söylemiştir. Ebu Cendel’in teslim edilmesinden sonra şahit sıfatıyla atması gereken imzayı bir süre geciktirmiş, daha sonra Hz. Ebu Bekir’in önerisi ve Peygamberin de antlaşmayı kabul ettiğini söylemesinden sonra imzasını atmıştır.7 Sahabelerin bu muhalefetinin nedeni Hudeybiye’nin zahiri görünümüne göre hükmetmelerinden kaynaklanmaktaydı. Bazı Sahabeler Hz. Peygamber’in bu tasarrufunun bir vahiy ile değiştirilebileceğini düşünüyorlar, bu yüzden bir süre beklemeyi uygun görüyorlardı.
Müslümanlar Hudeybiye’den Medine’ye dönerken yolculuk sırasında zihinlerdeki soru işaretini dağıtan ayetler nazil olmuştur. Yolculuk sırasında Fetih Suresi nazil olmuş ve bu sure Hudeybiye Antlaşması’nın bir zafer olduğu konusundaki şüpheleri ortadan kaldırmıştır: “Biz sana ap açık bir fetih yolu açtık.”8 Sure aynı zamanda Rıdvan Biatı’nda Hz. Peygamber’e biat eden Sahabelerin Allah tarafından yüceltildiğinden bahsetmekteydi.9 Ayrıca Hz. Peygamberin rüyasında Kabe’yi tavaf ettiğini görmesinin Allah tarafından tasdik edildiğini, Müslümanların “korkusuzca ve güven içinde” Kabe’ye gireceklerini müjdeliyordu.10
Hudeybiye Antlaşması’nın Değerlendirilmesi
Hudeybiye Antlaşması Kur’an-ı Kerim’de “feth-i mübin” ve “nasr-ı aziz”11 olarak nitelendirilmiştir. Başlangıçta Sahabelerin hikmetini kavrayamadığı bir antlaşma olan Hudeybiye Antlaşması Kur’an-ı Kerim ile teyit edilen büyük bir siyasi zaferdir. Antlaşmanın Müslümanların umresini 1 yıl sonraya ertelemesi Sahabeler arasında hayal kırıklığı yaratan hükümlerden birisiydi. Oysa bu durum geçiciydi ve Müslümanlar 1 yıl sonra Mekke’ye gelmişler ve şehirde 3 gün kalarak Kabe’yi ziyaret etmişlerdir. Müslümanların en fazla tepkisini çeken hüküm ise “mülteci ve esirler” ile ilgili madde idi. Hükme göre Kureyşlilerden Müslümanlara sığınan bir mülteci Kureyşliler’e teslim edilecekti. Müslümanlardan Kureyşlilere sığınan bir mülteci ise Müslümanlara geri verilmeyecekti. Bu hüküm zahiren Müslümanların büyük bir siyasi tavizi olarak görülmekteydi. Ancak uygulama tamamen Müslümanların lehine sonuçlar doğurmuştu. Zira Kureyşlilerden Müslümanlara sığınan birisi ya Müslüman idi ya da Kureyş aleyhine cephe almış birisi idi. Bu kişinin geri iade edilmesi Mekke ve civarında Müslümanların veya Kureyş aleyhtarı insanların sayıca artmasını netice verecekti. Bu durum da elbette ki, Müslümanların lehine olacaktı. Müslümanlardan Kureyşlilere sığınanlar ise “münafık”tı ve bunların Medine’den çıkması Müslümanların birlik ve beraberliği için daha faydalı idi.12 Antlaşmanın taraflarından birisinin yaptığı bir savaşta diğer tarafın pasif kalması hususunda anlaşılması da Müslümanların Hudeybiye’den sonraki fetihlerini kolaylaştıran bir madde idi. Bu maddeden ötürü Kureyşliler Müslümanların Hayber Yahudileri ile yaptığı savaşta Yahudilere askeri ve ekonomik yardım yapamamışlardı. Hayber Yahudilerinin yalnız kalması da Müslümanların fethini kolaylaştıran bir unsur oldu. Hayber’in fethedilmesi de Mekke’nin fethedilmesine uygun bir siyasi zeminin doğmasına neden olmuştur. Hudeybiye Antlaşması İslam tarihinde dönüm noktası olan bir olaydır. Antlaşmaya kadar Müslümanları tanımayan, muhatap kabul etmeyen ve Müslümanlara “atalarının dinine sırt çevirmiş asiler” nazarıyla bakan Kureyşli müşrikler, bu antlaşma ile Müslümanları kendileriyle eşit bir güç olarak kabul etmişlerdir. Lammens Hz. Muhammed’in barış görüşmeleri sırasındaki tutumunun Kureyş oligarşisini kendisi ile eşit şartlar ile muameleye mecbur ettiğini, bunun da Müslümanların bütün Arap yarımadasında büyük bir güç olarak tanınmasını netice verdiğini söyler.13 Müslümanların bütün Arap Yarımadasında “siyasi bir güç” olarak tanınmasını netice veren bu antlaşmadan sonra diğer Arap kabileleri ile olan ilişkiler arttırılmıştır.
Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Arap Yarımadasında kabileler arasındaki diyalogların güçlendiğine dikkat çeken Bediüzzaman, bu sulhten sonra maddi kılıçların kınına yerleştirildiğini, buna mukabil Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerinin insanlara ulaştırılmasıyla “kalplerin ve akılların” fethedildiğini ve asıl fethin bu olduğunu söyler. Arap kabilelerinin Müslümanlarla olan diyaloglarının artması neticesinde İslamiyet’ten kaynaklanan güzelliklerin ve üstün ahlak örneklerinin Araplardaki inat ve taassubu ortadan kaldırdığını ifade eder. Kur’an-ı Kerim hakikatlerinin Hudeybiye Antlaşmasından sonra cilvesini gösterdiğini, bu yüzden birçok nüfuz sahibi Arabın İslamiyet’i tercih ettiğine dikkat çeker.14 Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra Halid bin Velid, Amr ibnü’l As, Osman bin Talha gibi nüfuzlu kişilerin İslamiyet’i tercih etmesi Müslümanların güçlenmesini netice vermişti.
Hudeybiye Barışından çıkarılabilecek bir başka sonuç “savaş”ın İslamiyet’te yalnızca zaruri hallerde başvurulan bir olgu olarak değerlendirildiğini göstermesidir. Hz. Peygamberin umre amacıyla sefere çıktığı için yanında fazla silah bulundurmaması, bazı Sahabelerin muhalefetine rağmen silahsız yolculuk kararında ısrar etmesi, Mekkelilerin diplomatik çözüm yollarını engellemelerine rağmen soğukkanlılığını muhafaza edip bekleme siyasetini benimsemesi ve ancak Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberinden sonra harekete geçmesi Hz. Peygamber’in barış elçisi ve taraftarı olduğunu net bir şekilde gösterir. Nitekim Hz. Peygamber aradan çok zaman geçmeden Mekke’yi fethettiğinde de savaştan kaçınmayı tercih etmiş, kan dökme yerine insanlar ile diyalog kurmayı benimsemiştir. Oysa Mekkeliler Müslümanların bu şehirde yaşamasına, ticaret yapmasına, Kabe gibi bütün Araplar için kutsal olan bir mekanı ziyaret etmesine izin vermeyecek kadar katı bir tutum sergilemişler ve İslamiyet’in ilk yıllarından itibaren Müslümanları taciz etmişlerdir. Mekkelilerin bu kötü karnelerine rağmen Hz. Peygamber onlara hiçbir şekilde zulüm etmemiş, Cahiliye Araplarına ve tüm insanlığa barış, diyalog, ahlak gibi üstün değerleri bizzat yaşayarak (Sünnet-i Seniyye veya Kur’an ahlakı) öğretmiştir.
Sonuç
Hz. Peygamberin beşeri ilişkilerde ısrarlı bir şekilde barış yanlısı uygulamalarda bulunduğu ve savaş kararını ancak düşmanın zorlamasıyla ve siyasi-ekonomik şartların bastırmasıyla aldığı görülmektedir. Sözgelimi Hz. Peygamber’in müşrik Araplarla yaptığı savaşlar Araplar’ın Müslümanlara siyasi ve ekonomik ambargo koymaları, yapılan antlaşmaları bozmaları, Müslümanların hayatını tehdit etmeleri, diğer Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmaları gibi nedenlerden kaynaklanmıştır. Bu yüzden savaşın Müslüman için meşruluk ölçüsü sınırlıdır ve bu sınırları Hz. Peygamber’in uygulamaları göstermektedir. Hz. Peygamber’in Hudeybiye öncesi diplomatik çözüm arayışlarında ısrarlı tutumu, antlaşmanın maddeleştirilmesi sırasında Kureyşlilerin nazarında bir önemi olmayan “besmele-i şerife” ve “Muhammed Resulullah” lafızlarının kullanımından vazgeçmesi O’nun barış sağlamada ne kadar ciddi olduğunu göstermektedir. Hudeybiye’den iki yıl sonra Mekke’yi hiç kan dökmeden fethetmesi ve akabinde bütün Kureyşlilere umumi af ilan etmesi O’nun amacının kan dökmek olmadığını, insanların barış ve güven içerisinde yaşayacağı bir sosyal ortamı oluşturmak olduğunu göstermektedir.
İman soyut bir hakikattir ve insanların bu hakikate inanması için zorlayıcı ve baskıcı yöntemlerin geliştirilmesi İslami dayanaktan yoksundur. İnsanlar arasında kin ve nefretin artmasını sağlayan, insanların psikolojik yapısında olağanüstü değişiklikler yapan, masum binlerce insanın ölümünü netice veren ve “ahsen-i takvim” suretinde yaratılan insana yakışmayan bir olgu olan savaş vasıtasıyla insanları İslamiyet’e zorlamak Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayandırılamaz. Bu yüzden bütün insanlığın kurtuluş ve huzuru için Müslümanların Hz. Peygamber’in bütün yaşamında ve özellikle Hudeybiye’de yapmış olduğu gibi “barış”ta ısrar etmesi gerekmektedir. Hudeybiye, İslam dininin ve Hz. Peygamber’in barış ve sulh taraftarı olduğunu öğreten hikmetli bir antlaşmadır.
Hazreti Muhammed (s.a.s.)’in kardeşlik ve barışa katkıları
Arıları beysiz, karıncaları rehbersiz bırakmayan Allah insanları da peygambersiz bırakmamıştır.
Bunun için Yüce Allah tarih boyunca çeşitli topluluklara peygamberler göndermiştir. Peygamberler, insanlara kurtuluş ve doğru yolu göstermek, bilgi vermek, ahireti hatırlatmak, ibadetleri öğretmek ve toplumda insanların barış içinde yaşamasını sağlamak üzere gönderilmişlerdir. İlk peygamber insanlığın da babası olan Hz. Âdem, son peygamber ise Hazreti Muhammed (s.a.s.)’dir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s.), savaşmak ve insanlara korku vermek için gönderilmemiş, bilakis insanlara barış getiren bir elçi, güzellikleri insanlara hatırlatan bir müjdeleyicidir. Hayatı boyunca hep barışa yönelik çaba ve gayretler içinde olmuş, davranışlarıylada bunu göstermiştir.
Hılfü’l-Fudûl Teşkilâtına Katılışı
Hz. Muhammed (s.a.s.)’e daha peygamberlik verilmeden önce Mekke’de, haksızlık ve adaletsizliğin önüne geçmek için ve özellikle dışarıdan gelen tüccar ve diğer insanların can ve mallarını korumak için Hılfü’l-Fudûl (Erdemliler Birliği) adında sivil bir oluşum kurulmuştur. Peygamber Efendimiz de daha yirmi yaşında iken amcalarıyla beraber bu kuruluşa aktif olarak katılarak Mekke’de asayiş ve düzeni sağlamak, insanların barış, kardeşlik ve huzur ortamında yaşamaları için çalışmıştır. Allah Rasûlü (s.a.s.), peygamberlikle şereflendikten sonra dahi bu barış ve adalet teşkilâtının çalışmalarından son derece memnun kaldığını şu sözlerle ifade etmiştir: “İslâm’da da böyle bir cemiyete çağırılsam, yine icabet ederim.”
Hacerü’l-Esved’i Kâbe’ye Yerleştirilmesi
Peygamber Efendimiz her şeyden önce bir rahmet, barış ve sevgi peygamberiydi. Her yerde insanlara güven ve emniyet telkin ediyordu. Onun için onun lakabı peygamberliğinden önce dahi Muhammedü’l-Emin (Güvenilir Muhammed) idi. Bulunduğu yerde insanlar arasındaki huzursuzlukları, kavgaları, düşmanlıkları, kısaca her türlü problemleri bir kahve içme rahatlığı içerisinde çözebiliyordu. O’nun (s.a.s.) nübüvvetinden önce Mekke’deki Kureyşliler Kâbe’yi yıkarak yeniden yapmaya karar verdiler. Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi. Hazreti İbrahim’in attığı temele kadar yıkarak duvarları yeniden örmeğe başladılar. Ancak “Hacerü’l-Esved” adlı mübarek taşı yerine koyma sırası gelince anlaşamadılar. Her sülâle bu şerefin kendilerine ait olmasını istiyordu. Neredeyse aralarında savaş çıkacaktı ki, bu esnada içlerinden biri “Kâbe’nin şu kapısından girecek olan ilk kişiyi aramızda hakem kabul edelim ve onun dediğini yapalım.” dedi. Bu görüş kabul edildi ve beklemeye başladılar. Kısa zaman sonra kapıdan içeri giren ilk kişi Hz. Muhammed (s.a.s.) oldu. Onu gören herkes sevinmiş ve “İşte Muhammedü’l-Emin geliyor!” diye sevinç çığlıkları atmışlardı. Durumu Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e anlattılar, O da Hacerü’l-Esved’i bir yaygı üzerine koydu ve her sülâle reisine yaygının bir ucundan tutturarak Kâbe’nin duvarına yerleştirdi. Allah Rasûlü (s.a.s.), engin zekâsıyla barışçıl bir şekilde, çıkmak üzere olan savaşı önlemiş oldu.
Medine’deki Müslümanları Kardeş İlân Etmesi ve Tarihî Medine Anlaşması
Mekke’de kendisine ve inanan insanlara yapılan işkenceler dayanılamayacak hâle gelince Peygamber Efendimiz, müminlerle beraber Medine’ye hicret etti. Medine’de öncelikle “muhacir” Mekkeli Müslümanlar ile “ensar” Medineli Müslümanları kardeş ilân etti. Hatta uzun seneler savaş halinde bulunan Evs ve Hazrec kabilelerini de birleştirdi. Allah Rasûlü (s.a.s.) tarihte bir ilke imza atarak Medine Anlaşmasını imzaladı. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlarla Yahudiler barış içinde yaşayacaklar ve hem Müslümanlar hem de Yahudiler kendi dinlerini özgürce yaşayabilecekler, kimse kimsenin dinine karışmayacaktı.
Mekke’nin güneyinde kalan Necran bölgesi, Hicaz’ın Hıristiyanlık merkezi durumunda idi. Yine Rasûlüllah Efendimiz, Necran Hıristiyanları ile yaptığı anlaşmada onlara, hem kendilerine hem de daha sonraki nesillerine şâmil olmak üzere, kimsenin dininden döndürülmeyeceği, dinlerinin, mabetlerinin, haç ve suretlerinin masum kalacağı, din adamlarının dinî mevkilerinden, rahiplerin rahiplikten uzaklaştırılmayacakları konusunda teminat vermiş ve verdiği sözleri de yerine getirmiştir.
Yapılan bu anlaşmalardan anlaşıldığı gibi, Müslüman olmayanlara da tam bir özgürlük veriliyordu. Böylece rahmet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) Medine’de kin, nefret ve düşmanlık içinde değil, hem Müslümanların kendileri arasında hem de diğer dinlere mensup insanlarla barış ve kardeşlik içinde yaşamalarını sağlamış, barış ve huzur ortamı oluşturmuştu.
Hudeybiye Anlaşması
Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret edeli 6 yıl olmuş ve ibadet ederken yüzlerini çevirdikleri, kıble olarak kabul ettikleri Kâbe’nin özlemini içten içe yaşıyorlar ve Beytullah’ı ziyaret edecekleri günü hasretle bekliyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.s.) gördüğü bir rüyadan sonra ashabına Kâbe’yi ziyaret edeceklerini müjdeledi. Peygamberimizin niyeti sadece Kâbe’yi ziyaretti. Bu maksatla ashabına savaş için silâh almalarını yasaklamış ve sadece yolcuların kuşandıkları kılıçlar ile kurbanlık develer almışlardı. Hudeybiye mevkiine geldiklerinde durakladılar. Bu arada Mekkeliler telâşlanmışlar ve Peygamber Efendimizi Mekke’ye sokmamak için her türlü önlemi alacaklarını bildirmişlerdi. Aralarında elçiler gelip gitti. Yine rahmet peygamberi, barış elçisi Allah Rasûlü sadece ve sadece savaş çıkmasın, kan dökülmesin diye Mekkelilerle barış anlaşması imzaladı. Bu anlaşmaya göre, Müslümanlar Mekke’yi bu sene ziyaret etmeyecek ve geriye döneceklerdi. Böyle ağır şartları Peygamber Efendimiz kan dökülmesin diye barış adına kabul etmişti. Ayrıca Hudeybiye anlaşması olarak bilinen bu anlaşma esnasında Peygamberimizin barışa ne kadar önem verdiğini gösteren şöyle bir hadise yaşanmıştı:
Peygamberimizin yanında kâtip olarak Hz. Ali vardı, karşı tarafta ise Amr oğlu Süheyl. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye yazmasını söyledi: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu anlaşma Rasûlüllah Muhammed ile Kureyş elçisi Süheyl arasında yapılmıştır.” Yazının burasında Süheyl itiraz etti: “Rahmân’ sözünü anlamıyoruz. Ayrıca senin Rasûlüllah olduğunu kabul etseydik, böyle bir anlaşmaya gerek kalmazdı. ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ yerine ‘Bismikâllâhümme’, ‘Rasûlüllah’ yerine de ‘Abdullah oğlu Muhammed’ yazılması yerinde olur.” teklifinde bulundu. Peygamberimiz (s.a.s.), Hz. Ali’ye yazdıklarını Süheyl’in dediği şekilde düzeltmesini söyledi. Hz. Ali, ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ yerine ‘Bismikâllâhümme’ yazdı, ancak ‘Rasûlüllah’ yazısını silmek kendisine ağır geldi ve silemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Allah Rasûlü, yine barış adına ‘Rasûlüllah’ yazısını bizzat kendisi sildi ve yerine ‘Abdullah oğlu Muhammed’ yazdırdı.
Mekke’nin Fethi
Mekke fethedilmiş ve Müslümanlar 10 sene sonra kendi yurtlarına dönmüşlerdi. Şimdi herkes, bir zamanlar onları kendi evlerinden, topraklarından kovan, akla hayale gelmedik işkenceler yapan insanlara, Allah Rasûlü’nün ne yapacağını merak ediyordu. Peygamber Efendimizin ağzından çıkan bir peygambere yakışır şekilde, affedici ve barış dolu sözlerdi: “Bugün hepiniz hürsünüz!”
Peygamber Efendimiz vefat etmeden önce îrâd buyurduğu Veda Hutbesi’nde de barış ve kardeşliğe vurgu yaparak: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap olana, kırmızı tenlinin siyah tenliye, siyah tenlinin de kırmızı tenliye hiç bir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar kardeştir.” buyurmuş ve topyekûn bütün insanları barış içinde yaşamaya çağırmıştır.
“Hepiniz bir tarağın dişleri gibi eşitsiniz” buyuran Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.) gerek hâl ve hareketleri, gerekse sözleriyle insanların barış, kardeşlik ve huzur içinde yaşamalarını ne kadar da çok istediğini çok rahat bir şekilde görebilmekteyiz. Bunun için batılı bir bilim adamı olan Bernard Shaw’un dediği gibi “İnsanların problemlerini bir kahve içme rahatlığı içerisinde çözen Hz. Muhammed’e günümüzde ne kadar çok muhtacız.”
Gözümüzün Nuru Hazreti Muhammed’e olan ihtiyacımızı büyük şair Mehmet Akif şöyle dile getirir:
“Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cemiyeti, medyûn ona ferdi,
Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet…
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.”